Ciğeri
sızlatan rutubete sahip ve fare pisliği kokan hücresinin kapıya bakan duvarında
yere çömelmiş oturuyordu. Sakalları biçimsiz ve çok uzun, saçları aylardır
tarak görmemiş, yüzü buruşukluk ve yılların getirdiği çöküntüyle harita gibi
olmuş bu yaşlı adam, idam muhafızlarının kapıyı çalmasını bekliyordu. İçinde
anlamlandıramadığı buruk bir pişmanlık vardı. Ne idam ne de ölüm umurundaydı.
Dünyayı daha güzel bir yer yapma uğraşısının sonucu altında yıllardır
ezilmekten artık yorulmuştu. Onun için ölüm bir son değildi. Bütün
arkadaşlarına “insanın hayatı; zaman çizelgesinde var olduğu seneler içerisinde
o çizelgeye bıraktığı izlerden ibarettir,” derdi. Şimdi ise bıraktığı izlerin
büyüklüğünden ötürü, hiçbir zaman ölemeyeceğinden dert yanıyordu.
Hayal dünyasındaki gezintisini ani bir kilit
sesi böldü. “Gelenler gardiyanlar olmalı,” diye düşünüp acele bir tavırla ayağa
kalktı. Üstünü başını silkelemeye, saçını elleriyle taramaya başladı.Üç kilitli
kapının son kilidi de açılıp, kapının kolu çevrildiğinde inceden içeri sızan
ışıktan gözleri kamaşmıştı. Kapının ardındaki yüzü seçmeye çalışıyor ama
dışarıdaki ışık hiçbir şey görmesine imkan vermiyordu. Kapı ardına kadar
açılmış artık gözü yavaş yavaş ışığa alıştığında 3 tane gardiyan gördü
karşısında. Üçü de bir rus güreşçisi kadar geniş ve yapılı omuzlara ve sadece
bir celladın sahip olabileceği ciddi suratlara sahiplerdi. Suratları buruş
buruş bu 3 adamdan önde duranı “gel!” diye çağırdı yaşlı doktoru. Doktor
yavaşça gardiyana doğru yaklaşıp iki elini göbeğinin önünde avuç içleri
birbirine bakacak şekilde kavuşturdu. Gardiyan kelepçeleri takıp hiçbir laf
etmeden koluna girdi. İki koluna birer gardiyan girmiş, diğeri ise önden
yürüyordu. Düz, sıvası dökülmüş, çok
ağır kokan uzun bir koridordan yavaş adımlarla yürüyorlardı. Doktorun her
adımında iki ayak bileğine de bağlı olan zincirler ses çıkartıyor, bu ses
koridorda yankılanıp tekrar tekrar duyuluyordu. Koridorun sonuna doğru daha da
yavaşlayıp durdular. Gardiyanlar şimdi kollarını daha sıkı tutuyorlardı. Önden
giden gardiyan elindeki bir sürü anahtar bulunan çemberden anahtar seçmeye
çalışıyordu. Uygun anahtarı bulup kapıyı tek hamlede ardına kadar açtı. Doktor,
kapının eşiğinde tuttuğu nefesini içerideki spot ışıklarını ve insan yığınını
görünce verdi. Şaşkınlıktan yeni bir eve girmiş çocuk gibi sağa sola bakınıyor,
anlam vermeye çalışıyordu. Çevresine attığı bu anlamsız bakışları gardiyanların
ani dürtüşü son verdi. Doktorun tam karşısından ona doğru yaklaşan fötr
şapkalı, siyah ceket içine beyaz gömlek giymiş, hafif göbekli, kel, 40lı
yaşlarında gösteren –fakat kim bilir kaç yaşında olan- bir adam yaklaşıyordu.
Kapıyı açmış olan gardiyan “hapishane müdürümüz Mehmet Şimşek,” diye tanıttı bu
adamı doktora. Hapishane müdürü tokalaşmak için elini doktora uzattığında
doktor “inanın bunu yapmak istemezsiniz. Sanırım hücrelerinizi ziyaret etme
fırsatı bulamadınız hiç,” dedi. Boğazını yoklayan bir öksürük ile tokalaştığı
elini ağzına götüren müdür söze kendini tanıtarak başladı ve ardından idam
kararını okudu. “tüm bunları zaten biliyorum ve hepsi zaten ben idam edilmeden
önce tekrar okunacak. Zahmet etmeseydiniz,” dedi doktor bütün
soğukkanlılığıyla. “Bunları size hala bir idam mahkumu olduğunu hatırlatmak
için söyledim. Zira birazdan bir muhabir ile özel bir görüşmeniz olacak.
Hapishanemize ait hiçbir kayıt cihazı bulunmayacak. Sizi bira…”
“Ne yani
bugün idam edilmeyecek miyim?” diye hapishane müdürünün lafını böldü doktor.
“Hayır bugün
idam edileceksiniz. Sadece size son bir kendinizi anlatma fırsatı sunuyoruz.
Dünyayı alt üst etmiş bir adamın idamından önceki son sözleri, belki
pişmanlıkları çok büyük anlam taşıyor herkes için doktor Frankenstein,” doktor
bu adla anılmaktan nefret ederdi. Üniversitedeki çalışma arkadaşlarına hep
geleceğin Tesla’sı olacağını, ikinci Einstein olarak anılacağını söylerdi.
Hayatını adadığı çalışmaları dünyayı değiştirecek, Yeni Dünya için bir sembol
haline gelecekti. En azından o böyle düşünüyordu. Fakat farklı gelişen olaylar
ve insanoğlunun hırsı yüzünden, şimdi her şey daha farklı bir yön izlemişti ve
bütün bu farklı gelişmelerden sonra ona takılan isim tarihteki ünlü bir bilim
adamının yakıştırması değil, canavar yaratan bir roman kahramanının ironi dolu
ismiydi. “Ben kendimi dünyanın en aşağılık adamıyım sanıyordum. Böylesine kötü
birinin son sözlerine bu kadar değer vermenizi sağlayan nedir?” diye sordu
doktor. “Savaşta bütün arşivlerimizi kaybettik. Ne Napolyon’a ait bir doküman
ne de Hitler’in video kayıtları kaldı. Küresel bir savaştı bu ve nice sanat
eserini de kaybettik. Artık arşivciliğin ve dünyayı değiştiren herkesin
görüşlerinin kıymetini daha iyi anlıyoruz. Görüşleri pek kayda değer biri
olmayabilirsiniz ama tarih, bizi sizin düşüncelerinizi aktaramadık diye bizi
yargılayacaktır. Artık dünya sandığınız, yapmaya çalıştığınız kadar sığ kafalar
tarafından yönetilmiyor doktor Frankenstein,” dedi hapishane müdürü ve bu
konuşmayı daha fazla uzatmak istemeyen bir tavır takınarak, eliyle içerideki
kapıyı gösterdi. Sağ tarafında tahtadan bir yükselti, üstünde ise idam
sandalyesi, sol tarafında koltuklarına oturmuş fotomuhabirler vardı. Kapı
açıldığından beri fotoğraflar çekiliyor flaşlar artık doktorun gözünü
yoruyordu. Müdürün gösterdiği yönden, tüm muhabirlerin önünden boynu bükük bir
şekilde geçen doktor röportajının yapılacağı demir kapılı odaya girdi.
İçerisi en az koridordaki kadar basık bir
havaya sahipti. Aynı hücresindeki gibi duvarlarında hiçbir şey olmayan odanın
tam ortasında bir masa, iki sandalye, masanın tepesinde ise kumarhanelerdekini
andıran bir lamba asılı idi. Masanın karşı tarafında gözlerinden heyecanı
okunan, yuvarlak çerçeveli gözlüğü ve ses kayıt cihazı ile genç görünümlü bir
muhabir vardı. Hapishane müdürü eliyle genç muhabiri göstererek “Murat bey
Dünya Ortak Ajansı adına temsilen burada. Süresini Murat beyin belirleyeceği
röportajda size sorular yöneltecek. Her zamanki gibi cevap vermeme hakkına
sahipsiniz. Odada bir polis memuru bekliyor olacak,” dedi. Doktor hala ayakta
bekliyordu. Etrafını biraz daha kolaçan edip hapishane müdürüne dönerek
teşekkür etti ve bir an önce başlamak istediğini söyledi. Yavaşça çektiği
sandalyenin zeminden çıkardığı sesten içi gıcıklanan muhabir “lütfen! oturun
artık,” dedi. Dikkati dağılmış, yüzündeki heyecanı gitmişti. Doktor sandalyeye
otururken hapishane müdürü dışarı çıkıyordu. Kapıyı yavaşça kapatıp
içeridekileri bir an bile daha fazla görmek için gitgide küçülen kapı
aralığından dikkatlice doktoru gözlüyordu. Kapı kapandıktan sonra arkadan
kilitlendi ve muhabir konuşmaya başladı:
“Öncelikle
ben Murat Yılmaz. Mehmet beyin de söylediği üzere Dünya Ortak Ajansı adına
buradayım. Heyecanımı mazur görün, sizin için de uygunsa sorularıma hemen
başlamak istiyorum.”
“Tabi ki
buyrun.”
“Öncelikle
çocukluğunuz hakkında edineceğimiz bilgilerin, psikologlar için yararlı
olacağını düşündüm. Nerede geçirdiniz çocukluğunuzu, nasıl bir çocukluk
geçirdiniz?”
“Gaziantep’de
doğdum. 5 kişilik ailenin en küçük çocuğu idim. İlkokula da bizim semtteki
okula gitmiştim," bu kısa cevaptan tatmin olmayan muhabir "biraz daha
açar mısınız çocukluk zamanlarınızı?" dedi. "Başlarda ne okulu ne de
öğretmenlerimi seviyordum. Ortaokula kadar böyle devam etti. Ortaokulda ilk
sevgilimden sonra, derslere de okula da bakış açım değişmişti."
"Bu kızdan biraz daha bahseder misinz?"
"Çok güzel bir kızdı. Sanki her sabah özenle uğraşılmış gibi kıvırcık,
sarı saçları vardı. Boyu benden biraz uzuncaydı ama hatırladığım en güzel şey
gülüşüdür. Sanki papatya dolu bir Karadeniz yaylasında akşam güneşini izler
gibiydi onun gülüşünü izlemek. Her gülüşünde mutlu oluyordum ve sırf bu
sebepten türlü şaklabanlıklar yapıp onu güldürmeye çalışırdım. Memur kızıydı.
Babasının kazancının farkındaydı ve hep idareli yaşardı. Aşırıyı sevmez, sakin
ve düz bir hayatı vardı. Sanırım en çok sevdiğim yanı o yetişkin tavırlarıydı.
Hiç unutmam bir keresinde okuldan çıkarken onun mahallesine kadar beraber
gidiyorduk, arkadaşlarım top oynamaya çağırmışlar fakat her hafta patlattığımız
topu satın alma sırası bu sefer bana gelmişti. ‘Gündüz! Hadi bakkaldan topu al
da gel. Alt mahalle ile maçımız var,’ dediklerinde fark etmiştim ki cebimde top
alacak para yoktu. Ellerimle cebimin derinliklerini yoklamaya başladım ama hiç
para yoktu. O bunu anlamış olacak ki hemen cebinden haftalığını çıkarıp bana
verdi. İlkin almamakta ısrar etsem de bana ‘arkadaşların arasında rencide
olmanı istemem. Al,’ dediğinde başım öne eğik alıp, hemencecik cebime atmıştım
o parayı. O gün artık onun benden daha yüksek mertebede biri olduğunu düşünmeye
başlamış, bir an önce büyümek isteyen her çocuk gibi, o yetişkin gözüken kızın tavırlarını
benimsemeye başlamıştım. Ertesi gün kütüphaneye gidip ilk kitabımı, Monte
Cristo Kontu’nu alıp okumuştum sıkıla sıkıla. Yaşı belki 14’tü lakin çok şeyi
değiştirmişti hayatımda. Kitap okumayı çok severdi. Okulun küçük
kütüphanesindeki bütün kitapları bitirmek istercesine her gün oraya giderdi.
Beni kitaplara, okumaya alıştıran da Gözde oldu."
“Peki ailenizle aranız nasıldı? Annenizden hiç dayak yediniz mi? Babanızı sever
miydiniz?”
“Annemden
fazla dayak yemezdim. Diğer ailelerin aksine, biraz daha geniş vizyona sahip
bir ailem vardı diyebilirim. Babam öğretmen, annem ev hanımıydı. Sadece yediğim
bir dayağı çok iyi hatırlarım. Annem, ona babamın bir müfettiş arkadaşından
gelen, made in paris yazılı bir vazoyu yakartop oynarken kırdığımda çok kızmış,
beni akşama kadar dövmüştü. Babam eve geldiğinde anneme çok kızmış ama elini
bile kaldırmamıştı. Babamsa benim çocukluk kahramanımdı. Bana hep ders çalışmam
ile ilgili öğütler verir, ben de gözümle halıdaki desenleri bir dokumacı
edasıyla izler, küçük hayallerime dalardım. Babam konuşmasını bitirince
onaylayıcı bir cevap verir geçiştirirdim. Ama yine de aileyi çekip çeviren,
kendi ayakları üstünde sağlam basan, erken ağarmış saçları ve emir kipi dolu
cümleleriyle, tam bir rol model idi benim için. Abilerim arasında bir tek
Serdar abim beni severdi. Necip ve Sercan abim evliydi, haliyle aileden tümüyle
kopuklardı. Serdar abimse benden 5 yaş büyük olmasına rağmen benimle oyun
oynar, her şeyi benimle yapardı. Birbirimizin oyun arkadaşı, aynı zamanda
kardeş gibiydik.”
“Lisede
neler yaşadınız? Lise hayatınız nasıldı?”
“Lise
hayatım, ortaokuldaki sevgilim sayesinde inek diye anılarak geçti. Kitaplara
daha çok bağlıydım o sıralar ve akranlarım arasında kabul görmeyince pek
arkadaş edinememiştim. Liseye başladığım ilk seneden itibaren ders çalışmaya
başladım. Küçükken ne olacaksın diye sorduklarında her seferinde başka bir
meslek söylerdim. Ama liseye başladığımdan beri bilim adamı olmak istiyordum.
Biyoloji çok ilgimi çekiyordu. Sürekli ders çalışıyordum. Okulun en iyisiydim,
birincilikle bitirdim ama lisede hiç sevgilim olmamıştı. Ortaokulda o kızla
bıraktığım gibi bir ilişki arıyordum ve ergenliğimin tüm haşarı ve hormon dolu
zamanlarını ders çalışarak harcadım.”
“Üniversite
hayatınızı sormayacağım zira o dönemden itibaren yeteri kadar bilgi var
elimizde. Sadece şunu sormak istiyorum. Pişman mısınız?” muhabirin bu
sorusundan sonra Doktor'un gözlerinde bir nefret büyüdü. Sert bakışları ile
muhabiri aşağılarcasına "Hayır!" diye çıkıştı ve devam etti.
“Olmadım ve
asla olamayacağım. İnsanlığın yararına yaptığım buluşu, kirli siyasetinizin en
büyük basamağı yaptınız. Ezdiniz! Ezdikçe yükseldiniz! Yeni Dünya’nın tüm
insanlarına, çocuklarıma nefretim çok büyük. Görüşlerim her zaman en mantıklı,
en makul olanı korumaya yönelikti. Lanet olsun ki siz, hepiniz sanki toprak
altında yıllardır ekin zamanını bekleyen köstebekler gibi beklemiş ve vakti
geldiğinde bütün tarlayı talan etmiş…” muhabir, büyük bir nefret ve yüksek
sesle konuşan doktorun sözünü kesti.
“Bağırmalarınız
sizi haklı kılmayacak. Zaten sadece ben ve kayıt cihazı var. Sakinlik içinde
anlatmaya devam ederseniz sevinirim. Diğer bir soruya geçelim. Ölümden korkuyor
musunuz doktor?”
“Hayır. Bu,
onurlu şövalyelerin esir olarak ele geçirildikten sonra attığı ‘sizden ve
kılıcınızdan korkmuyorum!’ naraları gibi değil. Yaşayacağımı bildiğimden
korkmuyorum. Hayatımız bizim zaman çizelgesinde bıraktığımız izlerin bütünüdür
ve sanırım yeteri kadar büyük bir iz bıraktım. Korkum bu izin silinemeyecek
kadar büyük olması. Dünya, Büyük Yıkım’dan sonra Hitler’i, Napolyon’u,
Pinochet’i, Mussolini’yi, Cengiz Han’ı bile unuttu ama bu sefer sonsuza kadar
yaşayacak bir kötü yarattı. Geçmişten ders çıkarılması gereken kötülerin, bütün
özelliklerini bana yüklediniz. O kadar ki soykırımcı ve faşist olduğumu bile
söyleyenler oldu. En fazla insan ırkının hayatta kalması ve yükselmesi için,
insanlık faşizmi yapmışımdır.”
“Peki, bir
de sizin ağzınızdan bütün olanları dinlemek isterim. Acaba tüm bu olanlara
bakışınız, olayların oluşumu ve gelişmesi aşamasında neler?”
“Her şey
doktora tezimi yazarken okuduğum bir makaleye dayanıyor. Bir biyolog enerjiyi
ortaya çıkarmak için kullandığımız oksijenin, her canlının hayatını
kısıtladığını, bu sebeple oksijensiz solunum yapacak kompleks canlıların daha uzun
yaşayabileceğini öne süren bir makale yazmıştı. Kafamda bir ışık yaktı. Tam 15
senemi buna harcadım. Önce oksijenin zarar verdiğini kanıtladım. Nobel dahil
çokça ödül almıştım o makalem ile. Ardından işin sonuç bölümüne gelmiştim ki
herkes bunun geleceğini biliyor ve bekliyordu. Siz gazetecilerin Hayat Bileşiği
dediğiniz bileşimi bulmuştum. Oksijen yerine onu kullanınca, bu dezenformasyon
olmuyordu. Birçok hayvanın üstünde denedik. Bir sürü makaleler yazdım. Evim,
her gece aşırı dinciler tarafından tehdit mektubu yağmuruna tutuluyordu. Artık
baya ünlüydüm. Türkiye’de bir üniversitedeydim ve bir Türk, dünyanın gidişatına
yöne verecek bir buluş yapıyordu. Çalışmalara devam edip, sınırsız ödenek aldım
diyebilirim. Bütün araştırmalar bitti ve işin ciddiyetini kavrayan Amerikan
hükümeti beni Amerika’ya davet etti. Artık bir üst seviyeye geçme, sınırları
zorlama, meslek etiklerini yıkma vaktiydi. Gizli gizli insanlar üzerinde deney
yapıyordum. Dünyanın en iyi moleküler biyologlarıyla birlikte her gün insan vücudunu
nasıl bileşiğe adapte edebileceğimizi düşünüyorduk. En sonunda 3 gün önce
astığınız Fransız meslektaşım Arsen çözümü bulmuştu. Deney yaptığımız pek çok
insan artık bu bileşimi soluyordu. Tabi sonra hepsini hükümet emriyle itlaf
ettik. Fakat onlar bu bileşiği soluyor ve yaşlanmıyorlardı. Vücutları sanki bir
derin dondurucudaymış gibi biyolojik yaşını unutuyordu. Ardından hükümet daha
büyük oynamaya karar verdi. G8 ülkeleri ve yoğun baskımızdan ötürü Hindistan ve
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülke Yeni Dünya Toplantıları'nı
yaptılar. Ben ve bir Hindistanlı meslektaşımla ülkelerimizin bütün bunların
dışında kalmaması, aksi takdirde çalışmalara devam etmeyeceğimiz yönünde
baskıda bulununca kabul etmişlerdi. Her hafta G8 toplantısı oluyor, her hafta
bu buluş ile neler yapılacağı tartışılıyordu. En sonunda Hindu, Müslüman ve
Hristiyan olmalarına rağmen, bütün devlet adamları dinlerini göz ardı edip
ağaçlara bu bileşiği üretme gücü verilmesini ve bunu küresel çapta yapma kararı
aldı. Halka bütün bunlar yavaşça açıklanacaktı ama medya sayesinde zaten yolun
büyük kısmı çoktan katedilmişti. Makalelerimden haberi olan herkes daha ilk
günden beri bunun ne kadar etik olacağını tartışırken. Devletler yaşlıları ve
bakım evlerini ön plana atmaya, yaşlılar üzerinden acındırma politikasıyla
insanları bu yeni düzene ayak uydurtmaya çalışıyorlardı. En sonunda herkes dini
ikinci plana atıp, bu çalışmaların artık başlaması gerektiğine karar
verdiğinde, bütün dünyanın geleceğini sadece 10 ülke belirlemişti. Başta amazonlar
olmak üzere dünyadaki bütün ormanlara aşılama yapmaya gitmiştik. Yaptığımız
sadece bir şırınga dolusu ilacı ağaçlara enjekte etmekti. Aynı şekilde insanlar
da havadaki bileşik oranına bağlı olarak onları bileşiğe adapte edecek aşıları
oluyorlardı. Herkes her ay aşı olmak zorundaydı. Olmayanların sonu kesin
ölümdü. Her seferinde doz biraz daha arttırılıyordu ve 5 senede dünya artık oksijen
solumaz olmuştu. Herkes ölümsüzdü. Başta ölümsüzlük üzerine bir çok kitap,
şiir, edebi eser üretildi. Herkes bunun neler getirip neler götüreceğini tartışıyordu. Sonsuz yaşam herkese cazip
geliyordu. Bakımevleri artık açılmamaya başladı. Ülkeler artık aradıkları
dinamik gücü sürekli buluyorlardı. Yeni doğan çocuklar ortalama 25 yaşında
kadar büyüyordu. Ergenlik bittiğinde yaşları sabitleniyordu. Bu yüzden sabit
yaş kuzey ülkelerde yüksekken, ekvatoral ülkelerde çok düşüktü. Zaten fakir
olan bu ülkeler artık çocuk denebilecek ama büyümeyen bir nüfusa sahipti.
Gitgide fakirleşip, her şeyi başlatan bu 10 ülkenin egemenliklerini kabul
ettiler. Afrika ve bütün ekvator ülkeleri artık diğer büyük devletlere teslim
olmuştu. Sonsuz yaşam bazı ülkelere yıkım getirmiş, bazılarına zenginlik
kazandırmıştı. Din olgusu yavaş yavaş dünya üzerinden siliniyor, dinin
gereksizliği konusunda çeşitli yazılar, tartışmalar, makaleler hazırlanıyor,
artık devlet adamları bile dinin gereksiz bir kurum olduğunu kabul etmekten
çekinmiyorlardı. Ölüm korkusu üzerine kurulu din, ölüm ortadan kalkınca yavaşça
ortadan siliniyordu. İnsanın artık ihtiyacı kalmadığı dinin insanlara bir
yaptırımı yoktu. İnsanlar sonsuz hayatları olduğunu bildiğinden daha
materyalist düşünüp, daha çok çalışmaya başladılar. Çünkü yatırım yapacakları
bir yaşlılıkları yoktu, sürekli çalışıp para kazanmalıydılar. Böylece zengin zenginleşti,
fakir ülkeler sürekli teslim bayrağı çekti. 3. Dünya Savaşı çıkmıştı fakat ölen
kimse yoktu adeta. Milli benliğini kaybeden bütün ülkeler diğer devletlere
katılıyordu. Türkiye’nin toprakları Kuzey Afrika’da Libya’dan başlayıp oradan
İran’a kadar uzanıyordu. Kapitalizmin en baştan beri benimsetmeye çalıştığı
‘her bölgeye tek hakim’ politikası artık yavaş yavaş yerleşmeye başlıyordu.
Ortadoğu Türkiye’de, Uzak Doğu Çin’de, Kuzey ve Orta Asya Rusya’da, bütün
Amerika kıtası Amerika Birleşik Devletlerinin yönettiği bir Amerikan Devleti
çatısı altında toplandı, Kuzey ve Güney Amerika kıtası boydan boya Amerikan
hakimiyetindeydi, Avrupa’da Birleşik Avrupa Ülkesi kuruldu ve iç işlerinde
bütün ülkeler kendi yargılarına, cezalarına sahipken dış işlerinde bu daha
büyük olan ülkenin hakimiyetindeydi. Afrika ise yine kaderine mahkum bırakılmış
ama hepsinin artık açlıktan ölmemek için büyük ülkelerin hakimiyeti altına
girmek istemesiyle, Afrika bir yağma pazarına dönüşmüştü. Her ülke bir diğerini
kendi hakimiyetine bağladı. Bileşik insanlara sadece yaşlanmamayı vaat etmişti
ama yaşlanmama lütufu Afrika’da ölüm olarak karşılık bulmuştu. Bütün Afrika
benden nefret ediyordu. Herkesin ölümsüz olduğu ve savaşsız seneler geçiren bu
dünyada artık milliyetçilik anlayışı yavaş yavaş kayboluyordu. Herkes kendini
düşünüyordu. Haliyle hiçbir ülke başka bir ülkenin hakimiyeti altına girmeyi
uygunsuz karşılamıyordu. Tüm bunlar projenin tamamlanmasından 130 sene sonra
gerçekmişti. 20 sene içinde dünyada birkaç devlet kalmıştı. Bu projeden 150
sene sonra dünya artık bambaşka bir yerdi. Nüfus planlaması konusunda iyi
çalışmalar ortaya çıkmış olsa da nüfuslar sürekli artmaya devam ediyordu.
Ailelerin doğurdukları 3. Çocuklar hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Sadece maaş
kesintisi. 2. Çocuğa kadar maaş yardımı yapılırken 3. Çocukta maaş kesintisi
uygulanıyordu ama hiçbiri dünyanın büyümesini engelleyemedi. 170 sene önce
2013’te dünya nüfusu 7 milyar iken şu an rakam 15 milyardı ve artık bu dünya
insanoğluna dar geliyordu. Her ülkenin kişisel serzenişlerinden sonra tekrar
büyük toplantılar başlamıştı. İlk başta 10 ülkeyle başlayan bu Yeni Dünya grubu
şimdi 6 ülke ile temsil ediliyordu. Türkiye, Rusya, Çin, Amerikan Devletleri,
Birleşik Avrupa, Avustralya. Dünyada sadece 6 ülke kalmış, eski makro ekonomi
teorileri yerle bir olmuştu. Dünya devletleri grubu 150 sene sonra tekrar bir
radikal karar etrafında toplanmışlardı. Acilen dünya nüfusu azaltılmalıydı
yoksa bu ütopya yakın zamanda bir cehenneme dönecekti. Ormanların çoğu harap
edilmiş, havadaki bileşik oranı azalmaktaydı. Bilim adamları alglere sarılıp bu
bileşiği üreten alg gölleri kuruyordu. İnsanlara yetecek yiyecek kalmamış,
Afrika tekrar bütün ülkelere yük olmaya başlamıştı. Açlık ölümleri tekrar baş
göstermişti. Bu gidişata dur demek için toplu katliam başlatılması kararı
alınmıştı. Karar hiçbir zaman halka duyurulmadı, gizli gizli insanlar ölüyordu.
Köylerde bomba denemeleri bahanesiyle binlerce insan ölüyordu. En son bu
bilinçli katliamların çok az insan öldürdüğü düşüncesiyle bir dünya savaşı
çıkarma fikri öne sürüldü. Başta Amerikan Devletleri ülkesi buna karşı çıktı.
Tuzu kuru olan ve en iyi nüfus politikasını izlemiş olan bu ülke, katliamı ve
savaşı aşırı buluyordu. Lakin küresel bir yok oluşun Amerika’yı da içine
alacağı konusunda Amerikan Devletleri de ikna edilince artık küresel bir savaş
başlamıştı. Adeta bir oyun gibi dünya ikiye bölünmüş soldaki ülkeler
sağdakilere savaş açmıştı. Amerikan Devletleri, Türkiye ve Birleşik Avrupa
Ülkesi bir tarafta; Çin, Rusya, Avustralya bir tarafta savaşıyordu fakat ne
sebeptendir ki yenişemiyolar, bir parça bile toprak kaybetmeyip,
kazanmıyorlardı. Savaşın bahanesi ise
Afrika’daki ülkelerin haksız paylaşımı idi. Oysa gidip Afrikalılara sorsalar,
bu dünya savaşı çıkmasın diye hangi ülke isterse onların egemenliğine girmeyi
kabul ederlerdi. Nihayetinde savaş çıktı. Ölümsüz insanlar öldü, milli benliği
kaybolan insanlar, insanları öldürmek için öldüler, ülkeler kendi refahları
için bir çok insan katletti. Bu savaşın sembolü bendim. Bütün reklamlarda ben
kullanıldım. Savaşın 3. Yılından itibaren bütün dünya aslında olayın nüfusun
azaltılması olduğunun farkına varınca afişlerde yine ben vardım. ‘Size
bahşettiğim sonsuz hayatı daha iyi yaşamak için orduya katıl!’ diyordum. İşin
başında insanoğlunun nüfusunun belli bir seviyeye çekilmesinin, sonra da ciddi
nüfus politikaları ile dengede tutulması gerektiğini düşünüyordum. Hatta salgın
bir hastalık ile soy kırma fikrini ben ortaya atmıştım. Ama hastalığın
önlenmesinin zorluğu ve virüslerin çabuk evrimleşme tehlikesinden dolayı
küresel savaş kararı alındı. Daha sonra bu canice uygulamayı görüp
düşüncelerimi değiştirmiştim. Savaşın 3. senesinden sonra insanlar artık savaşa
girmek istemiyordu. Sadece birilerini öldürmüş olmak için insan öldürülüyordu
ve kimse direnemiyordu. Yer yer köy direnişleri vardı ama şehirde herkes hala
mutluydu. Kırsalda ise insanlar babadan yadigar silahlarla, av tüfekleriyle
benliklerini korumaya çalışıyorlardı. Sonra Lucas Mordiggan adındaki komünist
önderiniz ortaya çıktı. İnsanları köy köy silahlandırdı. Ordu mühimmatlarına el
koydu, tugaylar bastı. Küçük ordusu Avrupa’dan başlayıp, Türkiye üstünden
İran’a, oradan Asya’ya geçti. Her girdiği köyden bir sürü asker toplayıp
geliyordu. Orduların silahlarını orduya karşı kullanıyordu. Adeta bir fırsat
bekçisi gibi bu karışıklık anını beklemişti sanki. İşler çığırından çıkınca, bu
güzel ütopik dünyaya, yine bir o kadar ütopik bir yönetim şekli ile
yöneteceğini ve herkese refahı, sonsuz yaşamı vaat etmişti. Hepiniz kandınız.
Bir komünist çakala, fırsat bekçisine kandınız ve arkasından gittiniz. İlk önce
Çin’i ele geçirdi ve haliyle en büyük asker sayısına sahipti artık. Lucas, bu
dünya devletleri grubunun dünyayı iki cepheye bölüp büyük bir savaş çıkarması
için yarattığı bir kukla idi. O konularda bize hiç bilgi verilmezdi. Ama bence
ülkeler birbirlerini vurmak için asker bulamayınca, fikirlerini halka
açıklayarak böyle bir sembol yarattılar. Herkes komünizm ve eşitliğe çok kolay
kanıp, bu fikir için silahlanabilirdi. Nitekim öyle oldu. 3. Dünya Savaşı asıl
şimdi başlıyordu. Lucas kuvvetleriyle Çin’den başlayıp 7 senede Avrupa’ya
tekrar kadar ilerlerdi. Bu sefer geçtiği yerleri kendi komünist ülkesine
katıyordu. Savaş çok kanlıydı. Buralar hakkında zaten çok bilginiz var ve
görüşlerimiz hemen hemen aynı. Vahşet. Sonrasında ise dünya nüfusu sadece 1
milyar kaldı. 1 milyar! 14 milyar insan öldü. Savaş bittiğinde bile Lucas
öldürmeye devam ediyordu. O da nüfusun çok az tutulması gerektiğinin
farkındaydı. 10 sene evvel dünya kimseye yetmezken. Şimdi dünya insanoğlu için
çok büyüktü. En az savaş anındaki kadar, savaştan sonra da Lucas düşman
bahanesiyle birçok insan öldürdü. Her komünist lider gibi kendi halkını
kolaylıkla öldürüp, bunları çok rahat örtbas edebiliyordu. Şimdi büyük
komünizmi ilan etti. Bütün şirketler tek çatı altında toplandı. Sen bile o
salak Dünya Ortak Ajansı adına buradasın. Her şey devlete ait. Para yok. Sadece
emek var. Dünyanın altını çağını yaşayacakken, komünizm sevdasına her şeyi bok
ediyorsunuz. Biz öldürmek için meşru sebepler ararken, Lucas sebep göstermeksizin
öldürecek ve ruhunuz dahi duymayacak. Lucas şimdi dünyanın tek hakimi. Dünyaya
hükmeden tek ülkenin, tek lideri. Bütün insanlar ya din gibi bir olgu ya da
büyük bir lider tarafından yönetilir. Bu insanlara huzur verir. Lucas da bunu
kullanıyor. Büyük lider! Sonsuza kadar yaşayacak, lider sıkıntısı çekmeyecek
bir komünist dünya. Bu dünya, bütün komünist liderlerden ders çıkarması
gerekirken, yine aynı sevdayla iş yaptı. Eski dünyanın bir artığı bu adam. Bir
kukla. Aslında her şey eskiden olduğu gibi. Değişen tek şey, bizim insanları
öldürürkenki bahanemiz dünya nüfusunun azalması iken, insanları öldürmek için
Lucas’ın bahanesi insanların öldürülüyor oluşuydu. Gün gelip nüfus artınca
tekrar insanları öldürecek, sizi modern köleliğe alıştıracak. Herkes çalışmak
zorunda kalıp, kimse tam karşılığını aldığını düşünmeyecek. Bu kadar rüyalar
aleminde yaşayamazsınız. Görmüyor musunuz yahu? ” dedi doktor ve yavaş yavaş
sesi titremeye başlayınca sözlerini bitirdi.
“İnsanları
öldürme kararlarında hiç içiniz sızlamadı mı? Bu anti-komünist
düşüncelerinizin, emek karşıtlığınızın sebebi nedir? Eski, çürümüş burjuva
yönetimi yıkıldı diye mi bütün bu tavırlarınız? Artık yandaşı olduklarınız,
sizi koruyacak olanlar yok oldu diye mi bu kadar komünizm düşmanısınız?”
"Kimsenin korumasına ihtiyacım yok. Kendi fikirlerimle yarattığım dünyayı
siz kirlettiniz. O gün geldiğinde siz sığınacka bir dal arayacaksınız. Şuanki
kurtarıcınızdan sizi kurtaracak bir önder arayacaksınız."
"Doktor.
Herkes sizin anti-komünist söylemlerinizi en başından beri biliyor. Bizi bu
kıyımdan kurtaran liderimiz bize ihanet etmeyecek. Onu biz yarattık. Halkın
sebepsiz yere akan kanlarından doğdu."
“Artık
sadece tartışacağız gibi geliyor. Röportaj kısmı bitti sanırsam. Röportajım
bittiyse dışarıda boynuma geçirilecek bir ilmek ve bu anı bekleyen 1 milyar
insan var. Müsaadenizle ölmek istiyorum,” dedi doktor. Gözleri artık küçücük
olmuş, sesi gitgide daha çok titriyordu. İçinde anlatacak bu kadar çok şey
varken, hiçbirini anlatacak birilerini bulamamak acı veriyordu. Ölmek
istiyordu. “Çok şey gördüm, hak etmediğim şeyler” diye kendine telkinler
veriyordu. Muhabir polisle göz göze gelip küçük bir baş işareti verdi. Polis
kapıya 3 kere ard arda vurdu, bekledi, ardından 2 kere arası daha seyrek bir
şekilde tek vuruş yaptı. Kapının kilitleri tek tek açıldı. İçeri giren meraklı
gözleriyle hapishane müdürü oldu. Göbeğinin ancak geçebileceği kadar kapıyı
açıp bir hamlede içeri girip kapıyı kapadı. ”Tamam mı? Bitti mi?” diye sordu
heyecanlı ve nefes nefese. Doktor bir an kısa bir gülme krizine girdi ve
sakinleşince “insan öldürmeye karşı oldukları için insan öldüren bir yönetimin
destekçisinin, bir insanı öldürmek için bu kadar hevesli olması ne kadar
ironik,” dedi. Hapishane müdürü yüzünün tüm kızarıklığıyla polisten yardım
istedi ve doktorun koluna girerek ayağa kaldırdı. Sandalyeyi altından çekerek,
doktoru kapıya doğru yönelttiler. Hapishane müdürü tam kapıya anahtarı
sokacakken doktor “bir dakika!” dedi. Arkasını dönüp muhabire “hepsini
göreceksin. Sayemde sonsuza kadar yaşayacaksın. Sayemde anlattıklarımın
hepsinin gerçekleşeceğini göreceksin. İçini ferah tut. Hepinizi, tüm
çocuklarımı bağışlıyorum,” dedi bir tanrı edasıyla. Ardından hapishane müdürüne
doğru dönüp kafasıyla işaret yaptı ve kapının kolunu açar açmaz kapı
aralığından muazzam bir ışık patlaması doldu odaya. Flaşlar sanki arada hiç
bekleme olmasının yanık gibilerdi. Doktor izleyicilere doğru bakamıyordu. Acele
tavırlarla tahta yükseltinin üstüne çıkartıldı. Ayaklarını sandalyenin üstüne koyup
boynuna ilmek geçirildi. “Neden eski yöntemler?” diye sordu doktor. İlmeği
boynuna geçiren polis “eski dünyanın vaizine, eski dünyanın cezası,” diye
yanıtladı. Hapishane müdürü idam kararını okumaya başladı ve bitirdiğinde
doktora son bir sözü olup olmadığını sordu. Doktor “sizi affediyorum
çocuklarım!” diye söze girdi. Büyük savaştan sonra bütün insanlara çocuklarım
diye sesleniyordu. Zira hepsi yeni dünyanın insanlarıydı ve bu dünyanın
oluşmasına zemin hazırlayan da oydu. “Lucas kendine bir düşman yarattı ve vaftiz
olup günahlarından arınıyor. Hitler’in, Napolyon’un, Mussollini’nin kayıtlarını
bizzat kendi yaktı. Bir düşman yaratmak istiyordu. Yeni Dünya’nın artık güven
içinde hissedeceği, ‘düşmanları yok ettik’ diyeceği bir başlangıç lazımdı. Şuan
bu başlangıca şahitsiniz baylar! Bütün dünya birbirini bir hiç için öldürürken
ortada bir düşman yoktu. Şimdi bütün kötülükleri bana yıkıldı, eski dünyanın
tek ve en büyük kötüsü ilan edildim. Herkes birbirini öldürürken ortada olmayan
düşman ben oldum. Evet itiraf ediyorum. 15 milyar insanı bizzat öldürdüm.
Kangren olmuş kolunuzdan kurtuluyorsunuz. Hepinize kızgınım çocuklar. Hepinize!
Ama sizi affediyorum. Kör bir adamı, neden karşıdan karşıya geçerken soluna
bakmadı diye yargılayamazsam, aynı sebepten gözleri tatlı komünizm rüyasıyla
bağlanmış siz çocuklarımı da yargılayamam. Uzun yaşayasınız! Size hediye
ettiğim sonsuz hayat ile Lucas’ın ve her şeyin bir siyaset olduğuna, aslında
insanlığın altın çağı olarak adlandıracağınız bu çağları bile siyaset ve hile
ile yöneten bu adamın kirli oyunlarına şahit olacak kadar uzun yaşayasınız!
Sizi affediyorum!” dedi ve sustu. Herkes deli gibi notlar alıyor, deklanşörlere
var güçleriyle basıyorlardı. Ardından hapishane müdürü başıyla işaret etti ve
polis doktorun üstünde durduğu sandalyeyi tekmeledi. Doktor bir seferde boynu
kırılarak öldü. 14 milyarın öldüğü bu kan susuzluğunu giderecek yegane ölüm
gerçekleşmişti. Artık dünya düşmanını yok etmiş ve kendi kaderini çizecekti.