23 Mayıs 2015 Cumartesi

KÜRK MANTOLU MADONNA DEĞERLENDİRME YAZISI

                Kitap, Rasim'in işini kaybetmesi ve iş aramasıyla başlıyor. Daha sonra eski arkadaşı Hamdi'den iş isteyip alır. Kitap Rasim'in bu dönemdeki gözlemlerini ve iş yerinde tanışacağı Raif efendinin ölümü üzerine eline geçen, Raif efendinin gençlik yıllarında yaşadığı bir aşk öyküsü ile devam edip sonlanmaktadır.

                Öncelikle bahsetmek isterim ki Kürk Mantolu Madonna ağza bir parmak bal çalan bir roman. Ana karakterimiz Rasim'in Hamdi ve Raif efendinin ev ahalisi hakkındaki görüşlerine umduğumdan daha az yer verilmiş. Aslında roman çok daha uzun yazılabilecekken Kürk Mantolu Madonna hikayesinin daha ön planda kalabilmesi uğruna, Rasim'in kişisel görüşlerinden feragat edilmiş.

                Aşk öykülerini kişisel olarak etkileyici bulmasam da gerçekten insanı içine sürükleyen bir anlatımı var. Raif efendinin yaşadığı duygu sürüklenmelerini bizzat kendim yaşıyormuşcasına hissedebildim, bu yönüyle kitap güzel bir dile sahip diyebiliriz. Her ne kadar günümüz Türkçesinde kullanılmayan ya da aşina olmadığımız bir çok kelime olsa da iyi yayın evlerinden çıkmış bir baskınından okuduğumdan, bu gibi bilinmeme potansiyeli olan kelimeler için günümüz Türkçesindeki karşılığını not olarak yazmışlar.

                Kitabın Kürk Mantolu Madonna ile ilgili olan bölümünden de bahsedecek olursak, çok güzel bir doğu batı ayrımı sergiliyor. Raif efendi ile Maria'nın ilişkilerinin başlangıcında, Maria'nın aşka ve ona ilgi gösteren birine karşı soğuk tutumuna yönelik Raif efendinin tutumu, doğunun ile batının aşk tasvirleri arasındaki farkı gözler önüne seriyor. Maria umursamaz, kimseye bağlanmayacak biri iken Raif efendi, galeride gördüğü bir resim için bile gecelerce uykusunu kaçıracak, hayal dünyasında bile kendisini tatmin edebilmesi ile tam bir doğu romantizmi sergiliyor. Kitabı bu yönüyle de başarılı buluyorum.

                Romanda başarılı bulmadığım bir diğer nokta karakter çözümlemeleri. Ana karakterlerimiz Raif efendi, Rasim ve Maria'nın düşünceleri ve davranışlarına hakimiz fakat yan karakterler hakkında pek bir görüş belirtemiyoruz. Örneğin Rasim'in kaldığı pansiyonun sahibi kadının kişiliği adına yapabileceğimiz tek yorum; bu kadın belli bir yaşı geçtiğinden ötürü kendine uygun bir koca arama dürtüsüyle hareket eder. Yan karakterlere biraz daha özen gösterilseydi, kurgulanmış bu dünya daha gerçekçi ve kafamızda oturan bir hal alırdı. Bu yönden Dostoyevski en sevdiğim yazardır. Ana karakteri ve onun bütün çevresini analiz edebiliyoruz kitap bittiğinde.

                Sonuç olarak, kitap okuru içine çeken ve zaten sayfa sayısı az olan bu kitabı elinden düşürmeden okumasını sağlıyor. Akıcılığı yönünden başarılı bulsam da daha içinde yazılması gerekenler olduğunu düşünüyorum. Hak etmediği kadar kısa bir kitap. Ayrıca Sabahattin Ali'nin aşk eksenindeki doğu-batı ayrımına yapmaya çalıştığı vurgunun üstüne çok durarak yan karakterleri öksüz bıraktığını söyleyebiliriz. Her şeye rağmen bu etkileyici romanı herkesin okumasını tavsiye ederim.

6 Mart 2015 Cuma

VAHŞETİN SON MEKTUBU

                396. gün oldu ben Ankara'dan ayrılalı. Afganistan'ın ücra bir köşesine memleketi korumaya diye senden ayrılalı tam 396 gün oldu. Ellerim titremeye başladı Nur. 396 gün boyunca her gün ölümü beklemekten artık ellerim titriyor. Her gün masum mu yoksa gerçekten ölmeyi hakeden mi bilmediğim insanları öldürmek için kurşun yağmuruna tutuyorum evleri. Başlarda pek umurumda olmasa da artık her kurşunda ben de kendimden bir şeyler kaybediyorum. Hissediyorum. Bana sık emri veriliyor ve insanları öldürmeye başlıyorum. Dur denildiğinde duruyorum. Çok basit bir iş aslında inan, insan oğlunun tarih sahnesine ilk çıkışından beri yaptığı bir iş, çok temel, çok içgüdüsel. Sadece seni öldürmek isteyenleri öldürüyorsun ve bu artık çok basit gelmeye başlıyor bana. Bu 396 günden sonra ben o bildiğin güler yüzlü, evdeki kedilerine çocukları gibi bakan Metin değilim. Türkiye sınırlarında yapsam müebbet yiyeceğim suçları burada vatanı korumak adına yapıyorum. Ya da adına öyle diyorlar. Vatanı korumak. Her gün düşünüyorum, vatanı korumak adına neden vatan dediğim yerden, senin yanından, binlerce kilometre uzakta, hiç bilmediğim aramda hiç sorun olmayan adamları öldürmeye çalışıyorum. Bilmiyorum. Bana sadece vur diyorlar. Bu durumda suçlu ben miyim onlar mı anlayamıyorum. İnsan öldürmenin yanlışlığını bilip yine de birini öldürmek mi, yoksa verdiğin emri kesinlikle uygulayacağını bildiğin askerlere vur emri vermek mi daha vahim bilmiyorum. Geçen gün bıçak ile bir çeçen öldürmek zorunda kaldım. Silahım tutukluk yapınca kasaturayı sapladım akciğerine doğru. Yavaşça öldü gözlerimin önünde. Sevdiklerinden, ailesinden, belki köyündeki sürüsünden, belki de evinin yanı başındaki tütün tarlasından, arkadaşlarından ben ve bıçağım ayırdı. Kararı ben verdim bu sefer. Kimse bana bıçağı çekmemi emretmemişti, sadece yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi yaptım, öldürdüm. Gövdesi tamamen kırmızıya bulanana kadar bıçağı içinde tuttum, sertçe bastırdım, içimdeki nefreti görmeliydin Nur, elimde olsa bütün insanlığı öldürebilirdim o an. Yapmam gerekeni mi yapıyorum yoksa yapmak istediğimi mi bilmiyorum. Arada nabız yokluyorum da galiba buradakiler benim kadar düşünmüyor, sadece sıkıyorlar mermiyi sanki karşılarındaki hedef tahtasıymışcasına. İnsan buradan döndükten sonra ya şair olur ya katil.
                En çok da neyi özledim biliyor musun? Ellerimi yanağından boynuna doğru götürürken kafanı hafif yatırıp o tatlı gülüşünle bana bakmanı özledim. Sarı saçlarını omzuma serip film izlemelerimizi, saçma sebeplerle tartışmalarımızı özledim. Burada bütün saçmalık denecek şeyler o kadar az ki, insanların birer birer can verdiği yerde ölümden daha ciddi bir şey kalmıyor. Mavi çizgili gömleğimi özledim. Hani sen "en çok bu gömleğini seviyorum" dedin diye 3 yıldır eskimesin diye giymediğim gömleği. Sana hala çok aşığ… Aşık mıyım bilmiyorum. Bunu birkaç gündür düşünüyorum, sana aşık mıyım yoksa sen burada benim son kalan insan yanımın temsilcisisin diye var gücümle sana mı tutunuyorum diye çok düşünüyorum. Arada bir fark da yok belki. Çünkü hayatımın en depresif zamanında tanımıştım seni. Babamın vefat ettiği, eve para getirmek için çalışmak zorunda kaldığım dönemde tam "yeter artık"lar içerisinde boğulacakken bulmuştum seni. Şimdi de beni ikinci defa kurtarıyorsun. Belki de sana olan aşkım da hep bu sebeptendi. Hayatımı dengede tuttuğun için senden vazgeçemeyeceğimi biliyordum ve buna aşk diyordum. Bütün duygularım birbirine girmeye başladı burada. Öldürdüğü her çeçenin saçını kesen bir asker var burada, adı Murat, en çok da o bozuyor sinirlerimi. Öldürdükleri sanki insan değilmişcesine davranıyor onlara. Belki de en doğrusunu o yapıyor. Sonuçta doktorlar da hastayı bayılttıktan sonra onlara birer ceset muamelesi yapıyor ve toplum tarafından alkış alıyor. Murat da bu sebepten toplumdan alkış mı almalı yoksa yaptığı suç mu bilmiyorum. Bazen çok düşünüyorsun diyorlar. Onlara kaç insan öldürdüklerini soruyorum. Başta hiçkimseyi öldürmedim ki diyecek oluyorlar fakat sonra duraksıyorlar. Sanırsam ben bu soruyu sorana kadar kimse öldürdüklerinin birer insan olduğunu anımsamıyor.
                Ellerim titriyor Nur. Geçen gün çorabımı dikeyim derken ipliği iğneden geçiremedim. Tam 1 koca saatimi ve yarım metre ipi harcadım. En son çare Murat'a verdim iğneyi. Adeta bir beyin cerrahı edasıyla gözünü kırpmadan ve hiç teklemeden ipliği geçirmeyi başardı. Murat'la her vakit geçirişimde ondan hem nefret ediyor hem de saygı duyuyordum. Sadece işini yapan, duygularını işine karıştırmayan birisi, işi hiç tanımadığı insanları öldürmek olsa bile. Garip hisler içerisindeyim. Elime aldığımda 50 kalibre silahı, dünyanın en güçlü insanı oluyorum. Testosteronu bütün damarlarımda hissedebiliyorum. Hayat almak ve hayat vermek gücünü parmaklarımın ucunda tutuyorum. 50 kalibrelik, 10 kiloluk, 9 cmlik mermileriyle büyük bir güç bu. Geçen teğmen'e sorduğumda 250bin lira fiyat biçti o güce. Senden daha değerli ha diye ekledi garip bir kahkaha ile.
                Sanırım bu  sana son mektubum olacak. Burada bir sene daha kalacaksam eğer-ki komutanlarım bunu garanti ediyor- burada ölmek istiyorum. Cesedim diğer cesetler arasında kaybolup gitsin isterim. Ne benim bu çirkin halimi gör, ne de tüm bu değişimime katlanmak zorunda kalayım. Ölüp giderim hayatından geride hep o tatlı, sevdiğin Metin'i bırakarak. Ölenler hep öldükleri yaşta kalırlar derler ya. Bu sefer ben 33ümde kalmayayım Nur olur mu? Seninle yaşlanayım, kredi taksidi biten evimizin penceresinde fesleğen sulayalım beraber. Torunlarımız olsun, haytalar kumandayı kırsın, vazoyu devirsin. Başka biriyle evlensen de sorun etmem. Ama beni 33üme mahkum etme Nur. Seninle birlikte yaşayayım. Bırak senin gözünden göreyim dünyayı, Bayram arefeleri keşkelerle değil mutlu haberlerle gel anıt mezara. Tüm bu katil, ellerini kanla yıkayan Metin'i unut. 396 gün öncesinden devam etsin hayat. Ben seni unutmadan önce beni unut Nur. Hala güzel anılmaya değer bir şeyler varken bana dair, beni unut.

26 Ocak 2014 Pazar

GÜZELLİĞİN ÖLÜMÜ

               Geniş omuzları, kararlı adımları ve berrak zihni ile sorgu odasına doğru götürülüyordu polisler eşliğinde. Bir insanın katiliydi ve ona verilecek tüm cezayı kabul ediyordu. Tek sorun, her insan gibi yok olmadan önce hayatta bir iz bırakıp hatırlanmak istiyordu. Bu sebepten avukatına bir ses kayıt cihazı getirmesini tembihlemişti. Bu kaydı da daha sonra yayınevlerine vermesini rica etti. Şimdi ağır adımlarla, üstündeki gri renkli ceketi ve kumaş pantolonuyla ikinci sorgusu için, sorgu odasına giriyordu. Sol kolunu tutan polis memuru sorgu odasının hafif aralık kalmış; paslı, demirden kapısını yavaşça açtı. İçeriye doğru ittirdi. Sonra onlar dışarıya çıkarken sorguyu yapacaklar polisler içeri girdi ve içlerinden biri "evet Tarık bey. Nereden başlayacaksınız?" diye hiç ummadığı kadar nazik bir şekilde sordu. "Daha önce söylediğim gibi, her şeyi anlatmak istiyorum. Belki uzun olacak belki kısa ama en azından mahkemede suçlu olduğuma dair net kanıtlarınız olacak. Sizden ricam sadece zaman,"
"İyi bari ötmeye bu kadar hevesliysen," dedi polis memuru ve diğer polis arkadaşıyla dışarı çıktılar. İçeride kalan polis Tarık'ı koltuğa oturttu. "avukatını bekleyeceğini söylemişsin. Yoldaymış birazdan başlarız," "burası hiç düşündüğüm gibi değil. Tepemde sallanan ampul, tek taraflı ayna, sıvası dökülmüş duvarda, kan izleri... İnsan bunları bekliyor doğrusu." "zanlılara şiddet uygulamamız yasak olduğundan kan izleri yok. Aslında bu yasağı sıkça deldiğimizden kan izleri yok olsun diye sık aralıklarla sıva yapılır. O ampullerin de yerini bu tasarruflu olanları aldı uzun zamandır. Ayrıca ayna işi de hiç yoktu zaten. Allah aşkına orada bir ayna olsa arkasından birinin seni izleyeceğini bilmeyecek misin? Zaten sorgular kayıt altına alınıyor," dedi. Anlayışlı, akıcı bir konuşması olan bir polisti. Bir polisten beklenmeyecek kadar düzgün biri olduğunu düşündü Tarık.
                 Aralarında başka diyalog geçmediği 1 saatin ardından, avukat geldi. Polis daha fazla bir katilin yanında yalnız kalmak istemediğini belli eder bir tavırla hemen gidip kapıyı açtı ve diğer memur arkadaşlarını çağırmaya gitti. Avukatın beyaz gömleği, mavi kravatı, genç ve kararlı yüzü ile müvekkiline güven bir havası vardı.  "Ben baro tarafından atanmış avukatınız Yusuf Günaydın," diyip müvekkilinin de kendisini tanıştırmasını ister bir ifadeyle başını sağa doğru hafif büktü, "ben de dosyanızdan bildiğiniz üzere Tarık Yılmaz. Her şey dosyada yazılı zaten beni bir daha anlatmak zorunda bırakmayın,". Avukat "peki. Açık konuşalım şu anda kimse yok odada, siz mi öldürdünüz yoksa zorla kabul mu ettirdiler size? Savunmayı ona göre hazırlayacağım,"  dedikten sonra, Tarık donuk ve duygusuz bir sesle "evet, ben yaptım" dedi. Avukat bir kaç saniye Tarık'ın gözlerine sabit bir şekilde baktıktan sonra "o zaman indirime gidilecek yerleri araştırsak daha iyi olu..." Tarık, avukatın lafını böldü "hayır. İstemiyorum. Ortada indirime gidilecek bir şey yok. Planlı bir şekilde öldürdüm. İstedim ve yaptım. Ne nefsi müdafaa ne de kışkırtma vardı. Sadece... Ben..." lafını tamamlayamadı. İçinde hafif bir burukluk vardı. Birilerini öldürmüş olmak ona acı vermiyordu. Aksine rahatlamış hissetmesine rağmen, şimdi garip bir duygu sardı içini, "belki de hapishane korkusuydu sadece" diye düşündü içinden. Avukat fazla beklemeden "benim burada bir işim yok o zaman," diye soru sorarcasına baktı Tarık'ın gözlerine. "Hayır siz burada benim yaşama sebebimi temsil ediyorsunuz. Allah aşkına! Benim gibi onurlu bir şekilde yaşamış ve iyi giden bir kariyeri olan biri hapishanede nasıl yaşamına devam etsin? İlk hafta tecavüze uğradıktan sonra ya intihar edeceğim, ya hapishane ağasının orospusu olacağım ya da tüm bunları geçip, daha hapishanedeki ilk dakikalarımda intihar edeceğim. Şimdiden söylüyorum. Bu alçak, insanların canlarını soğuk kanlılıkla alan adam, kendini infaz edecek. Tek isteğim adımın hapishane kayıtlarından başka yerlerde de geçmesi. Bundan 5 yıl sonra bana ait bütün kayıtlar silinecek. 10 sene sonra bütün tanıdıklarım unutacak. 50 sene sonra benden hiç iz kalmayacak. Sizi tanıyan son kişi de öldüğünde aslında hiç yaşamamış olursunuz. Bundan korkuyorum. Bu korkumdan dolayı mükemmel bir buluş yapabilmek, bununla hatırlanabilmek için çok çalışıyordum. Artık bu çalışmalara devam etmem mümkün gözükmüyor. Belki şimdi birileri hikayemin kitabını yazar da sonsuza dek yaşayabilirim. Tek önemsediğim şey bu. Bir de istediğim şarkıyı getirdiniz değil mi?" "evet Mozart, Lacrimosa idi değil mi? O da diğer ses kayıt cihazının hafızasında," diyip sol eliyle ceketinin cebinde diğeriyle hemen hemen aynı olan ses kayıt cihazını çıkardı. Üstüne bir çizik atmıştı karışmasınlar diye. "isterseniz polisleri de  çağırın, ifademe başlayayım," dedi istekli bir tavırla. Avukat koltuğundan doğruldu, kapıyı açıp dışarıda bekleyen polislere içeri girebileceklerini söyledi. Polisler homurdanarak içeri doluştular. Zanlının böyle egemen olması hoşlarına gitmiyordu belli ki ama Tarık zaten bunları düşünmüştü. Eğer istedikleri şeyi vereceğini vaat ederse dinleme cihazlarını içeri sokabileceğini ve hikayesini tamamıyla kayıt ettirebileceğini biliyordu.
                Polisler içeri girdi. İki tanesi tam karşısına oturdu, biri ise solunda ayakta duruyordu. Avukat ise bir sandalye daha isteyip Tarık'ın yanına oturdu. Ses kayıt cihazını açtı ve masanın ortasında dik bir şekilde koydu. "evet başlıyorum o zaman. Ben Tarık Yılmaz. İstanbul Üniversitesi Kimya bölümünde öğretim görevlisiyim. Bu ifadeyi hiç bir baskı altında kalmadan, kendi öz irademle veriyorum," diyip sustu. Biraz polisleri süzdü. Solunda, ayakta duran polis "aslında gerek yoktu ama daha iyi oldu. Devam edebilirsiniz," dedi. " olay gecesinin öncesinden başlamak istiyorum. Neden yaptığımdan, ne yaptığımdan. 13 ocak 2014 pazartesi günü gördüm onu. Adını öğrenmek istemiyordum ama sağ olsun hakim bey mahkeme esnasında bayağı sesli bir şekilde tekrar etti. Sevda. Sevda'yı ilk o gün gördüm. Bankta oturuyordum. Pek bir işim yoktu o gün. Üniversiteden erken çıkmıştım, evli değilim, sevgilim de yok biraz dolanayım diye düşünürken onu gördüm. Elinde pazar poşetleri vardı. Üstünde gece mavisi bir elbise ile güzelliğini gözümün içine sokuyordu. Yanımdan geçerken kokusunu, yasemin kokusunu duyuyordum derinden. Yaşını, adını, nerede oturduğunu bilmiyordum. Sadece tutulmuştum. Aşk değil. O saçma, herkesin diline sakız olan şey değildi bu. Varoluşsal bir sorgulayış içerisine düştüm. Kendim gibi hissetmiyordum. Böylesine uhrevi bir güzellik sadece tanrının özel bir dokunuşuyla var olabilir diyordum. Benim için dünyadaki saflığı ve güzelliği temsil ediyordu. Dünya üzerinde güzel dediğimiz her şey ondan bir parça almış olmalıydı. Her şeyin içinde biraz ondan olmalıydı. Ben hayret ve sevgi dolu bir şekilde onu izlerken o yavaşça gözden kaybolmaya başladı. Onu kaybetmek korkusuna kapıldım. Dehşete düşmüştüm. Bir daha göremeyeceğimi düşünüp oturduğum yerden hemen kalkıp hızlı adımlarla onu takip etmeye başladım. Yaklaşık 300 400 metre sonra evine geldi. Zili çalıp içeri girdi. Sokağı, caddeyi, evin numarasını kaydettim. Tekrar tekrar görmem gerekiyordu onu. Adresi telefonuma yazdıktan sonra biraz daha bekledim sokağın başında. Ne yapacağıma karar veremiyordum. Şimdi eve gidersem bugün bir daha onu göremeyecektim. Burada durarak da elime bir şey geçmeyecekti. En iyisi yarın yine bu saatte burada olmak dedim ve evime geri döndüm. Kendime bir şarap aldım. Bütün gece gözüme hiç uyku girmedi ve bütün şarabı bitirdim. Düşünceler, hayallere; hayaller, gerçeğe dönüşüyordu o gece. Ara ara kokusunu duyuyordum. Gözlerimi kapadıkça üstünde salınan o elbisesini ve sırtını döven örgülü, sarı saçını görüyordum. Ben hayal aleminde gezinirken  telefonumun alarmı çaldı. Okula yetişmem gerekiyordu. Üstümü giyinip hızlıca evden çıktım. O gün dersim beş buçukta bitiyordu ama son iki derse kesinlikle girmeyecektim. Yoksa onu tekrar göremezdim. Erkenden hastalık izni alıp ayrıldım. Sokağın başında sırtımı duvara dayayıp bekledim. Saat aynı saatti birazdan görürüm umarım diye düşünüyordum. Gelip giden yoktu. Umutsuzca geçen 2 saatin ardından bir erkek girdi binaya. Sonuçta binada bir tek onlar yaşamıyorlar dedim. Evli değildir kesin diyordum kendi kendime. Sevda'nın yüzük parmağını kontrol etmediğimi anımsadım. Evli de olabilirdi. Hem pazar alışverişi yapmıştı ki bu onun bir ev hanımı olma olasılığını oldukça arttırıyordu. Bina 5 katlıydı en kötü ihtimalle 10 daire olmalıydı. Saçmaladığımı düşünüp bekledim. Onu görmek için beklediğim her saat onu görmeye daha çok yaklaşıyormuşum gibi hissediyordum. Bu duygu ile sonsuza kadar orada bekleyebilirim diye düşünüyordum ama gece 11 gibi buna bir son vermem gerektiğini düşünüp eve geri döndüm. Yine uyuyamadım. Acaba o kocası mıydı diye düşünmeden edemiyordum. Ama bunların hepsi nafileydi. Kocası olması pek umurumda olmazdı açıkçası. Onun benim hayatımda kapladığı yer, parmağına geçirdiği yüzükten daha anlamlıydı. Bu dünyada var olmadığına inandığım tüm güzelliklerin kanıtı gibiydi. İnanmadığım her şeye inandıracak, yapmam dediklerimi yaptıracak, tanrının varlığını kanıtlayacak kadar güzeldi. Hem bu kadar yüce bir insanın kocası da en az onun kadar iyi biri olmalıydı ve bu fikir beni daha da mutlu etti. Yine bir geceyi daha düşüncelerle geçirdim. O gün dersim yoktu. Boş günümdü. Bütün gün o sokağında başında bekleyip Sevda'yı tekrar görmeyi düşünüyordum. Sabah 10 gibi sokağın başındaydım. İki gündür uykusuz olduğuma inanamıyordum, herhalde böylesine tutkuyla bağlandığımdan uykusuzluğumu bile hissetmiyorum diye düşündüm. Saat 1'e kadar bekledim. Sonra tekrar gördüm onu. Bu sefer altında taşlanmış bir kot pantolon, üstünde ise derin dekolteli beyaz bir bluz vardı. Sokağın diğer ucuna doğru salınarak yürümeye başladı, ben de arkasından gidip takip ettim. Bir taksiye binip gitti. Etrafta başka taksi görsem holivudvari bir tavırla öndeki aracı takip et diyecektim ama ortada değil taksi, bir özel araç bile yoktu. Neyse ki geri döneceği gerçeği içimi rahatlattı. Elbet evine geri dönecekti ve tekrar görecektim onu. Akşama kadar bekledim. Sonra gece oldu. Artık ümidi kesmiştim ki 00:30 gibi tekrar evine geldi. Taksi kapısının önünde durdu, parayı verdikten sonra bir anlığına sokağın ucuna, bana doğru kısa bir bakış attı. Ardından hemen apartmana girdi. Birkaç saniye de olsa onu tekrar görmüş olmak beni mutlu etmeye yetmişti. Attığı bakışı düşündüm bir süre. Acaba beni görmüş müydü? Bana mı bakmıştı gerçekten, yoksa sadece sokakta başka kimse olup olmadığını mı kontrol ediyordu. Tüm bu düşünceler içinde, ben de artık daha fazla beklemenin anlamsız olacağını anımsayıp eve döndüm. Son üç gündür hep aynı şeyleri yapıyordum: uykusuz düşüncelerle geçen geceler, ardından bütün gün bir sokağın başında bekleyip sonunda günün en güzel hediyesiyle geçirdiğim bir kaç dakika. Ama değerdi memur bey. İnanın her şeye değerdi. Öldürmeye, ölmeye bile. Sevda ile tanışmak istemiyordum. Adını öğrenmek istemiyordum, konuşmak istemiyordum. Onun kafamda yarattığım güzelliği o kadar saf ve o kadar mükemmeldi ki; onun, bütün hepsini mahvetmesinden korkuyordum. Kafamda bir üst insan ideası yarattım ve onunla günlük  1 dakikalık bir ilişki yaşıyordum. Geceleri ise bitmeyen konuşmalar dönüyordu kafamda. En güzel restoranlara götürüyor, onun zevklerini öğreniyordum, öğrendikçe şaşırıyordum. Kendi hayal dünyamda  mükemmeli bulmuştum neden onunla tanışarak bunu mahvetmesine izin verecektim ki. O gece uyuyabildim. Düşüncelerin ve 2 gecelik uykusuzluğun ağırlığına dayanamayıp uyudum. Rüyamda yine onu gördüm, bana doğru koşuyor, yumuşacık elleri suratımı okşuyordu, sonra bana uzunca sarıldıktan sonra aniden yok olmuştu. Ne olduğunu anlamadım. Birden yok olmuştu ve içime o kadar büyük bir dehşet kapladı ki uykumdan etti. Gece yarısı nefes nefese uyandım. İlk defa onu kaybetme duygusuna kapılmıştım ve bu beni derinden sarstı. Hayır onu kaybedemem dedim kendime. Sırf kaybetmemek. Onu daha fazla görüp, ileride de görebileceğimi garanti altına almak için onunla tanışacaktım. Yarın gidip ona selam vereceğim. Böyle böyle onu asla kaybetmeyeceğim bir ilişkim olursa, taşınsa dahi peşini bırakmam diyordum. Ah Sevda! Ne kadar güzel olduğunu bilseydin kendini bir dağ evine kapatır sonsuza kadar herkesten uzak yaşardın. Neyse sonra yatağa gittim. Daha rahat ve rüyasız bir uykudan sonra tekrar okula yetişmek için acele ile evden çıktım. O gün sabahtan 4 dersim vardı. Dersler biter bitmez sokağa koştum onu görüp konuşacaktım. Yaklaşık 1, 2 saat sokağın başında bekledikten sonra onu gördüm. Bana doğru geliyordu. Heyecandan elim ayağıma dolandı ve ne diyeceğimi unuttum. Bütün gün kafamda kurduğum tanışma cümleleri yok oldu. Yanıma kadar gelmişti ve birazdan geçip gidecekti. Kaybedecektim. Şimdi giderse bir daha asla gelmeyecek diye düşündüm. Saatini sorayım diye düşündüm ve kolundan tuttum. Kendime doğru döndürerek "saatiniz kaça" diye sordum. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Saatiniz kaça" mı? Allah kahretsin ne dedin sen diye içimden hayıflanırken "200 lira," dedi. İkinci kez donakaldım. 200 ne diye sordum kendi kendime. Ben suratına anlamsız bakışlar atarken "eee eve gelecek misin gelmeyecek misin be adam 200 lira işte!" diye bağırdı suratıma. Yine bir şey diyemedim. "Hayatıma anlam kattığını düşündüğüm kişi bir fahişe miydi?" dedim kendi kendime. Hiçbir ifade olmaksızın yüzüne bakakalmıştım. Sonra o da "Ne değişik herifsin lan sen" diyerek dönüp gitti. Anlam veremiyordum. Hayalim mahvolabilirdi. Ama bu kadarı. Bunu beklemiyordum. Birden bütün renkler siyah oldu, insanların içindeki bütün mutluluklar söndü. Hava bütün ağırlığıyla içime dolarken ciğerlerim parçalanırcasına bağırıp, ağlamak istiyordum. Bir birahaneye gittim. Kendime bir bira söyleyip o yüksek sesin arasında var gücümle ağladım. Sonra tuvalete gidip avazım çıktığı kadar bağırdım. İçimde tutamadığım büyük bir nefret vardı. O her şey idi. Önceki 35 senemi bana boş ve anlamsız gösterecek kadar mükemmeldi,"  Tarık biraz soluklanırken karşısında oturan polis sözüne girdi " Bu yüzden mi öldürdüm kadını? Peki ya Mahmut Büyüknur? Onu  neden öldürdün?" "hayır bu yüzden öldürmedim. Devam edeyim. Gece 2 ye kadar birahanede ağladıktan sonra birahanenin kapanacağını söylediler, ben de eve geri döndüm. Bütün gece içtim, bütün gece ağladım. Ertesi gün izin de almadan işe gitmedim. Bütün gün bunu düşündüm. Bir orospu ne idi benim için. Neden bu kadar kendimi perişan ediyordum. Hala güzeldi. Hala hayallerimdeki mükemmel kadındı. Toplum bana herkesle yatan kadının kötü olduğunu dayattığı için ona kötü diyordum. Ama kötülük daha içeride bir yerdeydi, vajinasında değil. Benim ona olan tutkum, toplumun onun bekaretine ve vajinasına verdiği değerden daha büyüktü. Hem bu kötü bir şey olsa bile bir insan kendine kötülük yapma lüksüne sahip olmalı diye düşündüm. Yani bugün bir sürü insan çıkıp bizi yönetenler yanlış yapıyor diyordu. Ama aslında o hükümeti seçen halktı. Halkın yarısı böyle bir hayat sürmek istiyorsa, kim buna karşı çıkabilirdi. Ya ülkesini çağdışı hale getirecek olsun ya da modern bir görünüme kavuşturacak olsun. Toplum kendi kaderini belirleme lüksüne sahipti. Toplum kendi kendini intihara sürükleyebiliyordu. O zaman bir insanın da buna hakkı var. Orospuluk, kumarbazlık, pezevenklik ya da gay olmak. Bunların hepsi bizim düzgün! toplum düzenimizi bozmaya meyilli şeyler olduğundan hepsine kötü demiştik. Tek bir kötünün bütün halkı kötülüğe sürükleyeceğinden korktuk. Ama yanıldık memur bey. Bir insan kendini kötü! yapma hakkına sahip olmalı. Bu yüzden o gözyaşı dolu geceden sonra onun fahişeliğine aldırış etmemiştim. Ertesi gün yine o sokağa gidecek, yine onu görecektim. Dünyanın en mükemmel fahişesini. Ertesi gün her zamanki gibi bekledim sokağın başında. Aradan geçen saatlerden sonra binadan dışarı o ve bir adam daha çıktı. Önce biraz tartıştılar. Sonra Sevda adama bir şey dedi ve adam Sevda'ya tokat attı. Sonra o da adama karşılık verince kavga başladı. Adam Sevda'yı dövüyordu.  Düşünemedim. Hiçbir şey düşünemedim. İçim nefret ve intikamla dolup taşmıştı, adamın vurduğu her yumruğu kalbimde hissediyordum. Her yumruk insanlığın sahip olduğu bütün güzelliklere vurulmuş gibiydi. Sağıma baktığımda sokağın köşesindeki manav, bıçağını domateslerin önüne bırakmıştı. Onu kaptığım gibi üstlerine koştum. Önce erkeği adını ne demiştiniz, adını bilmiyorum onu öldürdüm. Düşünemiyordum ve bu güzelliği kirletmesine bir an önce son vermem gerekiyordu. Sonra Sevda'ya baktım. Dehşetle bana bakıyordu. Artık kirlenmiş yok olmuştu gözümde, erkeklerden dayak yiyen, bir saatlik zevk için para alan, modern dünyanın kölesi olmuştu gözümde. Yaşamak için bir işe ihtiyacı vardı ve elindeki en büyük yeteneği kullanmıştı. Bu onun suçuydu. Mükemmelliğinin pahası yoktu ve değer biçemezdi. Dünya'nın ona bahşettiği bu hediyeyi kirletemezdi. Cezasını çekmeliydi ve onu da öldürdüm. Daha fazla bozulmadan, daha fazla kötü olmadan buna bir son vermem gerekiyordu. O cehenneme düşmüş bir melekti ve kanatlarının yanmasına daha fazla müsade edemezdim. O bu dünyadaki bütün güzelliklerin bütünüydü, onu da kaybetmek artık dünyada iyi olan hiçbir şey kalmayacağı duygusuna sürüklüyordu beni. Mümkün olduğunca mükemmelliğini korumam gerekiyordu ve karnına sapladığım 5 bıçak darbesi ile onu bu dünyadan azad ettim. Etraftakiler polisi, ambülansı aramış tabi ki. Ben ise o anda renkli renkli çiçeklerle bezenmiş, kanlı elbisesinin üstüne uzanmış; kanının tenime karışmasını hissetmeye çalışıyordum. Vaftiz oluyordum. Günahlarımdan arınıyordum. Onun o saf kanı kirli ruhumu temizliyordu. Hayatımın amacı bunu yapmaktı ve hayat amacıma ulaşmış gibi hissettim. Benim için bir dakika ama sizin kayıtlarınıza göre on beş dakika sonra gelip beni götürdünüz. Bütün hikaye bu. Mükemmel bir kadın yarattım ve çöküşünü izledim. Zirvede tutunabildiği 4 gün boyunca dünyanın en mutlu insanı etti beni. Mutluluğun da hüznün de uç noktalarını yaşadım ve bitti. Ben yaşadım. Artık buna bir son verme zamanı geldi. Bütün ifadem bu kadar memur bey."
                Tarık'ın ifadesi bittikte sonra bütün oda bir kaç dakikalığına sessizliğe gömüldü. Hepsi kendisini sorguluyordu. Böyle bir amaç uğruna insan öldürmek mümkün müydü? Böyle biri salıverilirse daha kaç kadını mükemmelleştirip sonra onları öldürecekti? Aşk konusunda bu kadar saplantılı biri miydi, psikolojik sorunları mı vardı, yoksa gerçekten de dünyaüstü bir anlamı mı vardı Sevda'nın? Tüm bu soruların ortasında, polis memurlarından en yaşlısı Tarık'ın kolundan tutup "bu kadar yeter," diyerek Tarık'ı ayağa kaldırdı. "şimdi bunları yazıya dökelim ki altını imzalayabilesin,". Tarık arkasını dönüp avukattan şarkının bulunduğu kayıt cihazını istedi. "size daha önce sorduğum gibi hapishaneye bununla gitmek istiyorum. İstisnai bir durum biliyorum ama kendi elimle teslim olup her şeyi anlattım. Son bir dileğim sadece. İçinde herhangi bir şey yok. Zaten tutuklu aracından kaçabilecek kadar donanımlı olsam buna da ihtiyacım olmazdı," "tamam. Olur. Bu seferlik farklı bir şey deneyelim madem," dedi ve Tarık'ın avukattan ses kayıt cihazını almasını kabul etti. Bu sırada avukat sol elinde tuttuğu kayıt cihazına uzun uzadıya baktı. "Gerçekten bunu yayınevlerine vermeli miydi? Belki daha fazla insanın aklını çelebilirdi. İkna ediciliği belki bir cinayetler silsilesini tetikleyebilirdi. Zaten yayınlamaz" diye düşündü ama aslında polislerle aynı duyguyu paylaşıyordu. Avukat  "İçeride geçirdikleri bir saat boyunca adam sanki cinayeti aklamış gibiydi. Böyle bir adamın, böyle bir düşüncenin sokaklarda dolaşması, zihinlerden zihinlere aktarılması bir yıkım olabilir" diye kendi içinden geçirdi. Sonra zaten kimsenin neden yaptın demeyeceği aklına geldi ve polis merkezinden çıkarken kayıt cihazını çöpe attı. Şimdi daha rahatlamış hissediyordu, toplumu büyük bir trajediden kurtarmış bir kahraman olarak görüyordu kendisini. Polis merkezinde ise  ifade yazıya dökülmüştü ve Tarık araçla hapishaneye gittiği yol boyunca Lacrimosa'yı dinledi. Ertesi gün akşam içtimasında, Tarık'ı bütün bir çamaşır suyunu içmiş halde, yüzünde mutlu bir gülümseme ile çamaşırhaneye kitli halde buldular. Yanında ise bir deterjan paketinin üstüne şunları yazabilmişti. "böyle bir güzelliği görecek kadar uzun yaşadığım için teşekkürler tanrım."

5 Eylül 2013 Perşembe

YENİ DÜNYA

             Ciğeri sızlatan rutubete sahip ve fare pisliği kokan hücresinin kapıya bakan duvarında yere çömelmiş oturuyordu. Sakalları biçimsiz ve çok uzun, saçları aylardır tarak görmemiş, yüzü buruşukluk ve yılların getirdiği çöküntüyle harita gibi olmuş bu yaşlı adam, idam muhafızlarının kapıyı çalmasını bekliyordu. İçinde anlamlandıramadığı buruk bir pişmanlık vardı. Ne idam ne de ölüm umurundaydı. Dünyayı daha güzel bir yer yapma uğraşısının sonucu altında yıllardır ezilmekten artık yorulmuştu. Onun için ölüm bir son değildi. Bütün arkadaşlarına “insanın hayatı; zaman çizelgesinde var olduğu seneler içerisinde o çizelgeye bıraktığı izlerden ibarettir,” derdi. Şimdi ise bıraktığı izlerin büyüklüğünden ötürü, hiçbir zaman ölemeyeceğinden dert yanıyordu.
              Hayal dünyasındaki gezintisini ani bir kilit sesi böldü. “Gelenler gardiyanlar olmalı,” diye düşünüp acele bir tavırla ayağa kalktı. Üstünü başını silkelemeye, saçını elleriyle taramaya başladı.Üç kilitli kapının son kilidi de açılıp, kapının kolu çevrildiğinde inceden içeri sızan ışıktan gözleri kamaşmıştı. Kapının ardındaki yüzü seçmeye çalışıyor ama dışarıdaki ışık hiçbir şey görmesine imkan vermiyordu. Kapı ardına kadar açılmış artık gözü yavaş yavaş ışığa alıştığında 3 tane gardiyan gördü karşısında. Üçü de bir rus güreşçisi kadar geniş ve yapılı omuzlara ve sadece bir celladın sahip olabileceği ciddi suratlara sahiplerdi. Suratları buruş buruş bu 3 adamdan önde duranı “gel!” diye çağırdı yaşlı doktoru. Doktor yavaşça gardiyana doğru yaklaşıp iki elini göbeğinin önünde avuç içleri birbirine bakacak şekilde kavuşturdu. Gardiyan kelepçeleri takıp hiçbir laf etmeden koluna girdi. İki koluna birer gardiyan girmiş, diğeri ise önden yürüyordu.  Düz, sıvası dökülmüş, çok ağır kokan uzun bir koridordan yavaş adımlarla yürüyorlardı. Doktorun her adımında iki ayak bileğine de bağlı olan zincirler ses çıkartıyor, bu ses koridorda yankılanıp tekrar tekrar duyuluyordu. Koridorun sonuna doğru daha da yavaşlayıp durdular. Gardiyanlar şimdi kollarını daha sıkı tutuyorlardı. Önden giden gardiyan elindeki bir sürü anahtar bulunan çemberden anahtar seçmeye çalışıyordu. Uygun anahtarı bulup kapıyı tek hamlede ardına kadar açtı. Doktor, kapının eşiğinde tuttuğu nefesini içerideki spot ışıklarını ve insan yığınını görünce verdi. Şaşkınlıktan yeni bir eve girmiş çocuk gibi sağa sola bakınıyor, anlam vermeye çalışıyordu. Çevresine attığı bu anlamsız bakışları gardiyanların ani dürtüşü son verdi. Doktorun tam karşısından ona doğru yaklaşan fötr şapkalı, siyah ceket içine beyaz gömlek giymiş, hafif göbekli, kel, 40lı yaşlarında gösteren –fakat kim bilir kaç yaşında olan- bir adam yaklaşıyordu. Kapıyı açmış olan gardiyan “hapishane müdürümüz Mehmet Şimşek,” diye tanıttı bu adamı doktora. Hapishane müdürü tokalaşmak için elini doktora uzattığında doktor “inanın bunu yapmak istemezsiniz. Sanırım hücrelerinizi ziyaret etme fırsatı bulamadınız hiç,” dedi. Boğazını yoklayan bir öksürük ile tokalaştığı elini ağzına götüren müdür söze kendini tanıtarak başladı ve ardından idam kararını okudu. “tüm bunları zaten biliyorum ve hepsi zaten ben idam edilmeden önce tekrar okunacak. Zahmet etmeseydiniz,” dedi doktor bütün soğukkanlılığıyla. “Bunları size hala bir idam mahkumu olduğunu hatırlatmak için söyledim. Zira birazdan bir muhabir ile özel bir görüşmeniz olacak. Hapishanemize ait hiçbir kayıt cihazı bulunmayacak. Sizi bira…”
“Ne yani bugün idam edilmeyecek miyim?” diye hapishane müdürünün lafını böldü doktor.
“Hayır bugün idam edileceksiniz. Sadece size son bir kendinizi anlatma fırsatı sunuyoruz. Dünyayı alt üst etmiş bir adamın idamından önceki son sözleri, belki pişmanlıkları çok büyük anlam taşıyor herkes için doktor Frankenstein,” doktor bu adla anılmaktan nefret ederdi. Üniversitedeki çalışma arkadaşlarına hep geleceğin Tesla’sı olacağını, ikinci Einstein olarak anılacağını söylerdi. Hayatını adadığı çalışmaları dünyayı değiştirecek, Yeni Dünya için bir sembol haline gelecekti. En azından o böyle düşünüyordu. Fakat farklı gelişen olaylar ve insanoğlunun hırsı yüzünden, şimdi her şey daha farklı bir yön izlemişti ve bütün bu farklı gelişmelerden sonra ona takılan isim tarihteki ünlü bir bilim adamının yakıştırması değil, canavar yaratan bir roman kahramanının ironi dolu ismiydi. “Ben kendimi dünyanın en aşağılık adamıyım sanıyordum. Böylesine kötü birinin son sözlerine bu kadar değer vermenizi sağlayan nedir?” diye sordu doktor. “Savaşta bütün arşivlerimizi kaybettik. Ne Napolyon’a ait bir doküman ne de Hitler’in video kayıtları kaldı. Küresel bir savaştı bu ve nice sanat eserini de kaybettik. Artık arşivciliğin ve dünyayı değiştiren herkesin görüşlerinin kıymetini daha iyi anlıyoruz. Görüşleri pek kayda değer biri olmayabilirsiniz ama tarih, bizi sizin düşüncelerinizi aktaramadık diye bizi yargılayacaktır. Artık dünya sandığınız, yapmaya çalıştığınız kadar sığ kafalar tarafından yönetilmiyor doktor Frankenstein,” dedi hapishane müdürü ve bu konuşmayı daha fazla uzatmak istemeyen bir tavır takınarak, eliyle içerideki kapıyı gösterdi. Sağ tarafında tahtadan bir yükselti, üstünde ise idam sandalyesi, sol tarafında koltuklarına oturmuş fotomuhabirler vardı. Kapı açıldığından beri fotoğraflar çekiliyor flaşlar artık doktorun gözünü yoruyordu. Müdürün gösterdiği yönden, tüm muhabirlerin önünden boynu bükük bir şekilde geçen doktor röportajının yapılacağı demir kapılı odaya girdi.
             İçerisi en az koridordaki kadar basık bir havaya sahipti. Aynı hücresindeki gibi duvarlarında hiçbir şey olmayan odanın tam ortasında bir masa, iki sandalye, masanın tepesinde ise kumarhanelerdekini andıran bir lamba asılı idi. Masanın karşı tarafında gözlerinden heyecanı okunan, yuvarlak çerçeveli gözlüğü ve ses kayıt cihazı ile genç görünümlü bir muhabir vardı. Hapishane müdürü eliyle genç muhabiri göstererek “Murat bey Dünya Ortak Ajansı adına temsilen burada. Süresini Murat beyin belirleyeceği röportajda size sorular yöneltecek. Her zamanki gibi cevap vermeme hakkına sahipsiniz. Odada bir polis memuru bekliyor olacak,” dedi. Doktor hala ayakta bekliyordu. Etrafını biraz daha kolaçan edip hapishane müdürüne dönerek teşekkür etti ve bir an önce başlamak istediğini söyledi. Yavaşça çektiği sandalyenin zeminden çıkardığı sesten içi gıcıklanan muhabir “lütfen! oturun artık,” dedi. Dikkati dağılmış, yüzündeki heyecanı gitmişti. Doktor sandalyeye otururken hapishane müdürü dışarı çıkıyordu. Kapıyı yavaşça kapatıp içeridekileri bir an bile daha fazla görmek için gitgide küçülen kapı aralığından dikkatlice doktoru gözlüyordu. Kapı kapandıktan sonra arkadan kilitlendi ve muhabir konuşmaya başladı:
“Öncelikle ben Murat Yılmaz. Mehmet beyin de söylediği üzere Dünya Ortak Ajansı adına buradayım. Heyecanımı mazur görün, sizin için de uygunsa sorularıma hemen başlamak istiyorum.”
“Tabi ki buyrun.”
“Öncelikle çocukluğunuz hakkında edineceğimiz bilgilerin, psikologlar için yararlı olacağını düşündüm. Nerede geçirdiniz çocukluğunuzu, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?”
“Gaziantep’de doğdum. 5 kişilik ailenin en küçük çocuğu idim. İlkokula da bizim semtteki okula gitmiştim," bu kısa cevaptan tatmin olmayan muhabir "biraz daha açar mısınız çocukluk zamanlarınızı?" dedi. "Başlarda ne okulu ne de öğretmenlerimi seviyordum. Ortaokula kadar böyle devam etti. Ortaokulda ilk sevgilimden sonra, derslere de okula da bakış açım değişmişti."
"Bu kızdan biraz daha bahseder misinz?"
"Çok güzel bir kızdı. Sanki her sabah özenle uğraşılmış gibi kıvırcık, sarı saçları vardı. Boyu benden biraz uzuncaydı ama hatırladığım en güzel şey gülüşüdür. Sanki papatya dolu bir Karadeniz yaylasında akşam güneşini izler gibiydi onun gülüşünü izlemek. Her gülüşünde mutlu oluyordum ve sırf bu sebepten türlü şaklabanlıklar yapıp onu güldürmeye çalışırdım. Memur kızıydı. Babasının kazancının farkındaydı ve hep idareli yaşardı. Aşırıyı sevmez, sakin ve düz bir hayatı vardı. Sanırım en çok sevdiğim yanı o yetişkin tavırlarıydı. Hiç unutmam bir keresinde okuldan çıkarken onun mahallesine kadar beraber gidiyorduk, arkadaşlarım top oynamaya çağırmışlar fakat her hafta patlattığımız topu satın alma sırası bu sefer bana gelmişti. ‘Gündüz! Hadi bakkaldan topu al da gel. Alt mahalle ile maçımız var,’ dediklerinde fark etmiştim ki cebimde top alacak para yoktu. Ellerimle cebimin derinliklerini yoklamaya başladım ama hiç para yoktu. O bunu anlamış olacak ki hemen cebinden haftalığını çıkarıp bana verdi. İlkin almamakta ısrar etsem de bana ‘arkadaşların arasında rencide olmanı istemem. Al,’ dediğinde başım öne eğik alıp, hemencecik cebime atmıştım o parayı. O gün artık onun benden daha yüksek mertebede biri olduğunu düşünmeye başlamış, bir an önce büyümek isteyen her çocuk gibi, o yetişkin gözüken kızın tavırlarını benimsemeye başlamıştım. Ertesi gün kütüphaneye gidip ilk kitabımı, Monte Cristo Kontu’nu alıp okumuştum sıkıla sıkıla. Yaşı belki 14’tü lakin çok şeyi değiştirmişti hayatımda. Kitap okumayı çok severdi. Okulun küçük kütüphanesindeki bütün kitapları bitirmek istercesine her gün oraya giderdi. Beni kitaplara, okumaya alıştıran da Gözde oldu."

“Peki ailenizle aranız nasıldı? Annenizden hiç dayak yediniz mi? Babanızı sever miydiniz?”
“Annemden fazla dayak yemezdim. Diğer ailelerin aksine, biraz daha geniş vizyona sahip bir ailem vardı diyebilirim. Babam öğretmen, annem ev hanımıydı. Sadece yediğim bir dayağı çok iyi hatırlarım. Annem, ona babamın bir müfettiş arkadaşından gelen, made in paris yazılı bir vazoyu yakartop oynarken kırdığımda çok kızmış, beni akşama kadar dövmüştü. Babam eve geldiğinde anneme çok kızmış ama elini bile kaldırmamıştı. Babamsa benim çocukluk kahramanımdı. Bana hep ders çalışmam ile ilgili öğütler verir, ben de gözümle halıdaki desenleri bir dokumacı edasıyla izler, küçük hayallerime dalardım. Babam konuşmasını bitirince onaylayıcı bir cevap verir geçiştirirdim. Ama yine de aileyi çekip çeviren, kendi ayakları üstünde sağlam basan, erken ağarmış saçları ve emir kipi dolu cümleleriyle, tam bir rol model idi benim için. Abilerim arasında bir tek Serdar abim beni severdi. Necip ve Sercan abim evliydi, haliyle aileden tümüyle kopuklardı. Serdar abimse benden 5 yaş büyük olmasına rağmen benimle oyun oynar, her şeyi benimle yapardı. Birbirimizin oyun arkadaşı, aynı zamanda kardeş gibiydik.”

“Lisede neler yaşadınız? Lise hayatınız nasıldı?”
“Lise hayatım, ortaokuldaki sevgilim sayesinde inek diye anılarak geçti. Kitaplara daha çok bağlıydım o sıralar ve akranlarım arasında kabul görmeyince pek arkadaş edinememiştim. Liseye başladığım ilk seneden itibaren ders çalışmaya başladım. Küçükken ne olacaksın diye sorduklarında her seferinde başka bir meslek söylerdim. Ama liseye başladığımdan beri bilim adamı olmak istiyordum. Biyoloji çok ilgimi çekiyordu. Sürekli ders çalışıyordum. Okulun en iyisiydim, birincilikle bitirdim ama lisede hiç sevgilim olmamıştı. Ortaokulda o kızla bıraktığım gibi bir ilişki arıyordum ve ergenliğimin tüm haşarı ve hormon dolu zamanlarını ders çalışarak harcadım.”
“Üniversite hayatınızı sormayacağım zira o dönemden itibaren yeteri kadar bilgi var elimizde. Sadece şunu sormak istiyorum. Pişman mısınız?” muhabirin bu sorusundan sonra Doktor'un gözlerinde bir nefret büyüdü. Sert bakışları ile muhabiri aşağılarcasına "Hayır!" diye çıkıştı ve devam etti.
“Olmadım ve asla olamayacağım. İnsanlığın yararına yaptığım buluşu, kirli siyasetinizin en büyük basamağı yaptınız. Ezdiniz! Ezdikçe yükseldiniz! Yeni Dünya’nın tüm insanlarına, çocuklarıma nefretim çok büyük. Görüşlerim her zaman en mantıklı, en makul olanı korumaya yönelikti. Lanet olsun ki siz, hepiniz sanki toprak altında yıllardır ekin zamanını bekleyen köstebekler gibi beklemiş ve vakti geldiğinde bütün tarlayı talan etmiş…” muhabir, büyük bir nefret ve yüksek sesle konuşan doktorun sözünü kesti.
“Bağırmalarınız sizi haklı kılmayacak. Zaten sadece ben ve kayıt cihazı var. Sakinlik içinde anlatmaya devam ederseniz sevinirim. Diğer bir soruya geçelim. Ölümden korkuyor musunuz doktor?”
“Hayır. Bu, onurlu şövalyelerin esir olarak ele geçirildikten sonra attığı ‘sizden ve kılıcınızdan korkmuyorum!’ naraları gibi değil. Yaşayacağımı bildiğimden korkmuyorum. Hayatımız bizim zaman çizelgesinde bıraktığımız izlerin bütünüdür ve sanırım yeteri kadar büyük bir iz bıraktım. Korkum bu izin silinemeyecek kadar büyük olması. Dünya, Büyük Yıkım’dan sonra Hitler’i, Napolyon’u, Pinochet’i, Mussolini’yi, Cengiz Han’ı bile unuttu ama bu sefer sonsuza kadar yaşayacak bir kötü yarattı. Geçmişten ders çıkarılması gereken kötülerin, bütün özelliklerini bana yüklediniz. O kadar ki soykırımcı ve faşist olduğumu bile söyleyenler oldu. En fazla insan ırkının hayatta kalması ve yükselmesi için, insanlık faşizmi yapmışımdır.”

“Peki, bir de sizin ağzınızdan bütün olanları dinlemek isterim. Acaba tüm bu olanlara bakışınız, olayların oluşumu ve gelişmesi aşamasında neler?”
“Her şey doktora tezimi yazarken okuduğum bir makaleye dayanıyor. Bir biyolog enerjiyi ortaya çıkarmak için kullandığımız oksijenin, her canlının hayatını kısıtladığını, bu sebeple oksijensiz solunum yapacak kompleks canlıların daha uzun yaşayabileceğini öne süren bir makale yazmıştı. Kafamda bir ışık yaktı. Tam 15 senemi buna harcadım. Önce oksijenin zarar verdiğini kanıtladım. Nobel dahil çokça ödül almıştım o makalem ile. Ardından işin sonuç bölümüne gelmiştim ki herkes bunun geleceğini biliyor ve bekliyordu. Siz gazetecilerin Hayat Bileşiği dediğiniz bileşimi bulmuştum. Oksijen yerine onu kullanınca, bu dezenformasyon olmuyordu. Birçok hayvanın üstünde denedik. Bir sürü makaleler yazdım. Evim, her gece aşırı dinciler tarafından tehdit mektubu yağmuruna tutuluyordu. Artık baya ünlüydüm. Türkiye’de bir üniversitedeydim ve bir Türk, dünyanın gidişatına yöne verecek bir buluş yapıyordu. Çalışmalara devam edip, sınırsız ödenek aldım diyebilirim. Bütün araştırmalar bitti ve işin ciddiyetini kavrayan Amerikan hükümeti beni Amerika’ya davet etti. Artık bir üst seviyeye geçme, sınırları zorlama, meslek etiklerini yıkma vaktiydi. Gizli gizli insanlar üzerinde deney yapıyordum. Dünyanın en iyi moleküler biyologlarıyla birlikte her gün insan vücudunu nasıl bileşiğe adapte edebileceğimizi düşünüyorduk. En sonunda 3 gün önce astığınız Fransız meslektaşım Arsen çözümü bulmuştu. Deney yaptığımız pek çok insan artık bu bileşimi soluyordu. Tabi sonra hepsini hükümet emriyle itlaf ettik. Fakat onlar bu bileşiği soluyor ve yaşlanmıyorlardı. Vücutları sanki bir derin dondurucudaymış gibi biyolojik yaşını unutuyordu. Ardından hükümet daha büyük oynamaya karar verdi. G8 ülkeleri ve yoğun baskımızdan ötürü Hindistan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülke Yeni Dünya Toplantıları'nı yaptılar. Ben ve bir Hindistanlı meslektaşımla ülkelerimizin bütün bunların dışında kalmaması, aksi takdirde çalışmalara devam etmeyeceğimiz yönünde baskıda bulununca kabul etmişlerdi. Her hafta G8 toplantısı oluyor, her hafta bu buluş ile neler yapılacağı tartışılıyordu. En sonunda Hindu, Müslüman ve Hristiyan olmalarına rağmen, bütün devlet adamları dinlerini göz ardı edip ağaçlara bu bileşiği üretme gücü verilmesini ve bunu küresel çapta yapma kararı aldı. Halka bütün bunlar yavaşça açıklanacaktı ama medya sayesinde zaten yolun büyük kısmı çoktan katedilmişti. Makalelerimden haberi olan herkes daha ilk günden beri bunun ne kadar etik olacağını tartışırken. Devletler yaşlıları ve bakım evlerini ön plana atmaya, yaşlılar üzerinden acındırma politikasıyla insanları bu yeni düzene ayak uydurtmaya çalışıyorlardı. En sonunda herkes dini ikinci plana atıp, bu çalışmaların artık başlaması gerektiğine karar verdiğinde, bütün dünyanın geleceğini sadece 10 ülke belirlemişti. Başta amazonlar olmak üzere dünyadaki bütün ormanlara aşılama yapmaya gitmiştik. Yaptığımız sadece bir şırınga dolusu ilacı ağaçlara enjekte etmekti. Aynı şekilde insanlar da havadaki bileşik oranına bağlı olarak onları bileşiğe adapte edecek aşıları oluyorlardı. Herkes her ay aşı olmak zorundaydı. Olmayanların sonu kesin ölümdü. Her seferinde doz biraz daha arttırılıyordu ve 5 senede dünya artık oksijen solumaz olmuştu. Herkes ölümsüzdü. Başta ölümsüzlük üzerine bir çok kitap, şiir, edebi eser üretildi. Herkes bunun neler getirip neler götüreceğini  tartışıyordu. Sonsuz yaşam herkese cazip geliyordu. Bakımevleri artık açılmamaya başladı. Ülkeler artık aradıkları dinamik gücü sürekli buluyorlardı. Yeni doğan çocuklar ortalama 25 yaşında kadar büyüyordu. Ergenlik bittiğinde yaşları sabitleniyordu. Bu yüzden sabit yaş kuzey ülkelerde yüksekken, ekvatoral ülkelerde çok düşüktü. Zaten fakir olan bu ülkeler artık çocuk denebilecek ama büyümeyen bir nüfusa sahipti. Gitgide fakirleşip, her şeyi başlatan bu 10 ülkenin egemenliklerini kabul ettiler. Afrika ve bütün ekvator ülkeleri artık diğer büyük devletlere teslim olmuştu. Sonsuz yaşam bazı ülkelere yıkım getirmiş, bazılarına zenginlik kazandırmıştı. Din olgusu yavaş yavaş dünya üzerinden siliniyor, dinin gereksizliği konusunda çeşitli yazılar, tartışmalar, makaleler hazırlanıyor, artık devlet adamları bile dinin gereksiz bir kurum olduğunu kabul etmekten çekinmiyorlardı. Ölüm korkusu üzerine kurulu din, ölüm ortadan kalkınca yavaşça ortadan siliniyordu. İnsanın artık ihtiyacı kalmadığı dinin insanlara bir yaptırımı yoktu. İnsanlar sonsuz hayatları olduğunu bildiğinden daha materyalist düşünüp, daha çok çalışmaya başladılar. Çünkü yatırım yapacakları bir yaşlılıkları yoktu, sürekli çalışıp para kazanmalıydılar. Böylece zengin zenginleşti, fakir ülkeler sürekli teslim bayrağı çekti. 3. Dünya Savaşı çıkmıştı fakat ölen kimse yoktu adeta. Milli benliğini kaybeden bütün ülkeler diğer devletlere katılıyordu. Türkiye’nin toprakları Kuzey Afrika’da Libya’dan başlayıp oradan İran’a kadar uzanıyordu. Kapitalizmin en baştan beri benimsetmeye çalıştığı ‘her bölgeye tek hakim’ politikası artık yavaş yavaş yerleşmeye başlıyordu. Ortadoğu Türkiye’de, Uzak Doğu Çin’de, Kuzey ve Orta Asya Rusya’da, bütün Amerika kıtası Amerika Birleşik Devletlerinin yönettiği bir Amerikan Devleti çatısı altında toplandı, Kuzey ve Güney Amerika kıtası boydan boya Amerikan hakimiyetindeydi, Avrupa’da Birleşik Avrupa Ülkesi kuruldu ve iç işlerinde bütün ülkeler kendi yargılarına, cezalarına sahipken dış işlerinde bu daha büyük olan ülkenin hakimiyetindeydi. Afrika ise yine kaderine mahkum bırakılmış ama hepsinin artık açlıktan ölmemek için büyük ülkelerin hakimiyeti altına girmek istemesiyle, Afrika bir yağma pazarına dönüşmüştü. Her ülke bir diğerini kendi hakimiyetine bağladı. Bileşik insanlara sadece yaşlanmamayı vaat etmişti ama yaşlanmama lütufu Afrika’da ölüm olarak karşılık bulmuştu. Bütün Afrika benden nefret ediyordu. Herkesin ölümsüz olduğu ve savaşsız seneler geçiren bu dünyada artık milliyetçilik anlayışı yavaş yavaş kayboluyordu. Herkes kendini düşünüyordu. Haliyle hiçbir ülke başka bir ülkenin hakimiyeti altına girmeyi uygunsuz karşılamıyordu. Tüm bunlar projenin tamamlanmasından 130 sene sonra gerçekmişti. 20 sene içinde dünyada birkaç devlet kalmıştı. Bu projeden 150 sene sonra dünya artık bambaşka bir yerdi. Nüfus planlaması konusunda iyi çalışmalar ortaya çıkmış olsa da nüfuslar sürekli artmaya devam ediyordu. Ailelerin doğurdukları 3. Çocuklar hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Sadece maaş kesintisi. 2. Çocuğa kadar maaş yardımı yapılırken 3. Çocukta maaş kesintisi uygulanıyordu ama hiçbiri dünyanın büyümesini engelleyemedi. 170 sene önce 2013’te dünya nüfusu 7 milyar iken şu an rakam 15 milyardı ve artık bu dünya insanoğluna dar geliyordu. Her ülkenin kişisel serzenişlerinden sonra tekrar büyük toplantılar başlamıştı. İlk başta 10 ülkeyle başlayan bu Yeni Dünya grubu şimdi 6 ülke ile temsil ediliyordu. Türkiye, Rusya, Çin, Amerikan Devletleri, Birleşik Avrupa, Avustralya. Dünyada sadece 6 ülke kalmış, eski makro ekonomi teorileri yerle bir olmuştu. Dünya devletleri grubu 150 sene sonra tekrar bir radikal karar etrafında toplanmışlardı. Acilen dünya nüfusu azaltılmalıydı yoksa bu ütopya yakın zamanda bir cehenneme dönecekti. Ormanların çoğu harap edilmiş, havadaki bileşik oranı azalmaktaydı. Bilim adamları alglere sarılıp bu bileşiği üreten alg gölleri kuruyordu. İnsanlara yetecek yiyecek kalmamış, Afrika tekrar bütün ülkelere yük olmaya başlamıştı. Açlık ölümleri tekrar baş göstermişti. Bu gidişata dur demek için toplu katliam başlatılması kararı alınmıştı. Karar hiçbir zaman halka duyurulmadı, gizli gizli insanlar ölüyordu. Köylerde bomba denemeleri bahanesiyle binlerce insan ölüyordu. En son bu bilinçli katliamların çok az insan öldürdüğü düşüncesiyle bir dünya savaşı çıkarma fikri öne sürüldü. Başta Amerikan Devletleri ülkesi buna karşı çıktı. Tuzu kuru olan ve en iyi nüfus politikasını izlemiş olan bu ülke, katliamı ve savaşı aşırı buluyordu. Lakin küresel bir yok oluşun Amerika’yı da içine alacağı konusunda Amerikan Devletleri de ikna edilince artık küresel bir savaş başlamıştı. Adeta bir oyun gibi dünya ikiye bölünmüş soldaki ülkeler sağdakilere savaş açmıştı. Amerikan Devletleri, Türkiye ve Birleşik Avrupa Ülkesi bir tarafta; Çin, Rusya, Avustralya bir tarafta savaşıyordu fakat ne sebeptendir ki yenişemiyolar, bir parça bile toprak kaybetmeyip, kazanmıyorlardı.  Savaşın bahanesi ise Afrika’daki ülkelerin haksız paylaşımı idi. Oysa gidip Afrikalılara sorsalar, bu dünya savaşı çıkmasın diye hangi ülke isterse onların egemenliğine girmeyi kabul ederlerdi. Nihayetinde savaş çıktı. Ölümsüz insanlar öldü, milli benliği kaybolan insanlar, insanları öldürmek için öldüler, ülkeler kendi refahları için bir çok insan katletti. Bu savaşın sembolü bendim. Bütün reklamlarda ben kullanıldım. Savaşın 3. Yılından itibaren bütün dünya aslında olayın nüfusun azaltılması olduğunun farkına varınca afişlerde yine ben vardım. ‘Size bahşettiğim sonsuz hayatı daha iyi yaşamak için orduya katıl!’ diyordum. İşin başında insanoğlunun nüfusunun belli bir seviyeye çekilmesinin, sonra da ciddi nüfus politikaları ile dengede tutulması gerektiğini düşünüyordum. Hatta salgın bir hastalık ile soy kırma fikrini ben ortaya atmıştım. Ama hastalığın önlenmesinin zorluğu ve virüslerin çabuk evrimleşme tehlikesinden dolayı küresel savaş kararı alındı. Daha sonra bu canice uygulamayı görüp düşüncelerimi değiştirmiştim. Savaşın 3. senesinden sonra insanlar artık savaşa girmek istemiyordu. Sadece birilerini öldürmüş olmak için insan öldürülüyordu ve kimse direnemiyordu. Yer yer köy direnişleri vardı ama şehirde herkes hala mutluydu. Kırsalda ise insanlar babadan yadigar silahlarla, av tüfekleriyle benliklerini korumaya çalışıyorlardı. Sonra Lucas Mordiggan adındaki komünist önderiniz ortaya çıktı. İnsanları köy köy silahlandırdı. Ordu mühimmatlarına el koydu, tugaylar bastı. Küçük ordusu Avrupa’dan başlayıp, Türkiye üstünden İran’a, oradan Asya’ya geçti. Her girdiği köyden bir sürü asker toplayıp geliyordu. Orduların silahlarını orduya karşı kullanıyordu. Adeta bir fırsat bekçisi gibi bu karışıklık anını beklemişti sanki. İşler çığırından çıkınca, bu güzel ütopik dünyaya, yine bir o kadar ütopik bir yönetim şekli ile yöneteceğini ve herkese refahı, sonsuz yaşamı vaat etmişti. Hepiniz kandınız. Bir komünist çakala, fırsat bekçisine kandınız ve arkasından gittiniz. İlk önce Çin’i ele geçirdi ve haliyle en büyük asker sayısına sahipti artık. Lucas, bu dünya devletleri grubunun dünyayı iki cepheye bölüp büyük bir savaş çıkarması için yarattığı bir kukla idi. O konularda bize hiç bilgi verilmezdi. Ama bence ülkeler birbirlerini vurmak için asker bulamayınca, fikirlerini halka açıklayarak böyle bir sembol yarattılar. Herkes komünizm ve eşitliğe çok kolay kanıp, bu fikir için silahlanabilirdi. Nitekim öyle oldu. 3. Dünya Savaşı asıl şimdi başlıyordu. Lucas kuvvetleriyle Çin’den başlayıp 7 senede Avrupa’ya tekrar kadar ilerlerdi. Bu sefer geçtiği yerleri kendi komünist ülkesine katıyordu. Savaş çok kanlıydı. Buralar hakkında zaten çok bilginiz var ve görüşlerimiz hemen hemen aynı. Vahşet. Sonrasında ise dünya nüfusu sadece 1 milyar kaldı. 1 milyar! 14 milyar insan öldü. Savaş bittiğinde bile Lucas öldürmeye devam ediyordu. O da nüfusun çok az tutulması gerektiğinin farkındaydı. 10 sene evvel dünya kimseye yetmezken. Şimdi dünya insanoğlu için çok büyüktü. En az savaş anındaki kadar, savaştan sonra da Lucas düşman bahanesiyle birçok insan öldürdü. Her komünist lider gibi kendi halkını kolaylıkla öldürüp, bunları çok rahat örtbas edebiliyordu. Şimdi büyük komünizmi ilan etti. Bütün şirketler tek çatı altında toplandı. Sen bile o salak Dünya Ortak Ajansı adına buradasın. Her şey devlete ait. Para yok. Sadece emek var. Dünyanın altını çağını yaşayacakken, komünizm sevdasına her şeyi bok ediyorsunuz. Biz öldürmek için meşru sebepler ararken, Lucas sebep göstermeksizin öldürecek ve ruhunuz dahi duymayacak. Lucas şimdi dünyanın tek hakimi. Dünyaya hükmeden tek ülkenin, tek lideri. Bütün insanlar ya din gibi bir olgu ya da büyük bir lider tarafından yönetilir. Bu insanlara huzur verir. Lucas da bunu kullanıyor. Büyük lider! Sonsuza kadar yaşayacak, lider sıkıntısı çekmeyecek bir komünist dünya. Bu dünya, bütün komünist liderlerden ders çıkarması gerekirken, yine aynı sevdayla iş yaptı. Eski dünyanın bir artığı bu adam. Bir kukla. Aslında her şey eskiden olduğu gibi. Değişen tek şey, bizim insanları öldürürkenki bahanemiz dünya nüfusunun azalması iken, insanları öldürmek için Lucas’ın bahanesi insanların öldürülüyor oluşuydu. Gün gelip nüfus artınca tekrar insanları öldürecek, sizi modern köleliğe alıştıracak. Herkes çalışmak zorunda kalıp, kimse tam karşılığını aldığını düşünmeyecek. Bu kadar rüyalar aleminde yaşayamazsınız. Görmüyor musunuz yahu? ” dedi doktor ve yavaş yavaş sesi titremeye başlayınca sözlerini bitirdi.

“İnsanları öldürme kararlarında hiç içiniz sızlamadı mı? Bu anti-komünist düşüncelerinizin, emek karşıtlığınızın sebebi nedir? Eski, çürümüş burjuva yönetimi yıkıldı diye mi bütün bu tavırlarınız? Artık yandaşı olduklarınız, sizi koruyacak olanlar yok oldu diye mi bu kadar komünizm düşmanısınız?”
"Kimsenin korumasına ihtiyacım yok. Kendi fikirlerimle yarattığım dünyayı siz kirlettiniz. O gün geldiğinde siz sığınacka bir dal arayacaksınız. Şuanki kurtarıcınızdan sizi kurtaracak bir önder arayacaksınız."

"Doktor. Herkes sizin anti-komünist söylemlerinizi en başından beri biliyor. Bizi bu kıyımdan kurtaran liderimiz bize ihanet etmeyecek. Onu biz yarattık. Halkın sebepsiz yere akan kanlarından doğdu."

“Artık sadece tartışacağız gibi geliyor. Röportaj kısmı bitti sanırsam. Röportajım bittiyse dışarıda boynuma geçirilecek bir ilmek ve bu anı bekleyen 1 milyar insan var. Müsaadenizle ölmek istiyorum,” dedi doktor.                      Gözleri artık küçücük olmuş, sesi gitgide daha çok titriyordu. İçinde anlatacak bu kadar çok şey varken, hiçbirini anlatacak birilerini bulamamak acı veriyordu. Ölmek istiyordu. “Çok şey gördüm, hak etmediğim şeyler” diye kendine telkinler veriyordu. Muhabir polisle göz göze gelip küçük bir baş işareti verdi. Polis kapıya 3 kere ard arda vurdu, bekledi, ardından 2 kere arası daha seyrek bir şekilde tek vuruş yaptı. Kapının kilitleri tek tek açıldı. İçeri giren meraklı gözleriyle hapishane müdürü oldu. Göbeğinin ancak geçebileceği kadar kapıyı açıp bir hamlede içeri girip kapıyı kapadı. ”Tamam mı? Bitti mi?” diye sordu heyecanlı ve nefes nefese. Doktor bir an kısa bir gülme krizine girdi ve sakinleşince “insan öldürmeye karşı oldukları için insan öldüren bir yönetimin destekçisinin, bir insanı öldürmek için bu kadar hevesli olması ne kadar ironik,” dedi. Hapishane müdürü yüzünün tüm kızarıklığıyla polisten yardım istedi ve doktorun koluna girerek ayağa kaldırdı. Sandalyeyi altından çekerek, doktoru kapıya doğru yönelttiler. Hapishane müdürü tam kapıya anahtarı sokacakken doktor “bir dakika!” dedi. Arkasını dönüp muhabire “hepsini göreceksin. Sayemde sonsuza kadar yaşayacaksın. Sayemde anlattıklarımın hepsinin gerçekleşeceğini göreceksin. İçini ferah tut. Hepinizi, tüm çocuklarımı bağışlıyorum,” dedi bir tanrı edasıyla. Ardından hapishane müdürüne doğru dönüp kafasıyla işaret yaptı ve kapının kolunu açar açmaz kapı aralığından muazzam bir ışık patlaması doldu odaya. Flaşlar sanki arada hiç bekleme olmasının yanık gibilerdi. Doktor izleyicilere doğru bakamıyordu. Acele tavırlarla tahta yükseltinin üstüne çıkartıldı. Ayaklarını sandalyenin üstüne koyup boynuna ilmek geçirildi. “Neden eski yöntemler?” diye sordu doktor. İlmeği boynuna geçiren polis “eski dünyanın vaizine, eski dünyanın cezası,” diye yanıtladı. Hapishane müdürü idam kararını okumaya başladı ve bitirdiğinde doktora son bir sözü olup olmadığını sordu. Doktor “sizi affediyorum çocuklarım!” diye söze girdi. Büyük savaştan sonra bütün insanlara çocuklarım diye sesleniyordu. Zira hepsi yeni dünyanın insanlarıydı ve bu dünyanın oluşmasına zemin hazırlayan da oydu. “Lucas kendine bir düşman yarattı ve vaftiz olup günahlarından arınıyor. Hitler’in, Napolyon’un, Mussollini’nin kayıtlarını bizzat kendi yaktı. Bir düşman yaratmak istiyordu. Yeni Dünya’nın artık güven içinde hissedeceği, ‘düşmanları yok ettik’ diyeceği bir başlangıç lazımdı. Şuan bu başlangıca şahitsiniz baylar! Bütün dünya birbirini bir hiç için öldürürken ortada bir düşman yoktu. Şimdi bütün kötülükleri bana yıkıldı, eski dünyanın tek ve en büyük kötüsü ilan edildim. Herkes birbirini öldürürken ortada olmayan düşman ben oldum. Evet itiraf ediyorum. 15 milyar insanı bizzat öldürdüm. Kangren olmuş kolunuzdan kurtuluyorsunuz. Hepinize kızgınım çocuklar. Hepinize! Ama sizi affediyorum. Kör bir adamı, neden karşıdan karşıya geçerken soluna bakmadı diye yargılayamazsam, aynı sebepten gözleri tatlı komünizm rüyasıyla bağlanmış siz çocuklarımı da yargılayamam. Uzun yaşayasınız! Size hediye ettiğim sonsuz hayat ile Lucas’ın ve her şeyin bir siyaset olduğuna, aslında insanlığın altın çağı olarak adlandıracağınız bu çağları bile siyaset ve hile ile yöneten bu adamın kirli oyunlarına şahit olacak kadar uzun yaşayasınız! Sizi affediyorum!” dedi ve sustu. Herkes deli gibi notlar alıyor, deklanşörlere var güçleriyle basıyorlardı. Ardından hapishane müdürü başıyla işaret etti ve polis doktorun üstünde durduğu sandalyeyi tekmeledi. Doktor bir seferde boynu kırılarak öldü. 14 milyarın öldüğü bu kan susuzluğunu giderecek yegane ölüm gerçekleşmişti. Artık dünya düşmanını yok etmiş ve kendi kaderini çizecekti.