5 Eylül 2013 Perşembe

YENİ DÜNYA

             Ciğeri sızlatan rutubete sahip ve fare pisliği kokan hücresinin kapıya bakan duvarında yere çömelmiş oturuyordu. Sakalları biçimsiz ve çok uzun, saçları aylardır tarak görmemiş, yüzü buruşukluk ve yılların getirdiği çöküntüyle harita gibi olmuş bu yaşlı adam, idam muhafızlarının kapıyı çalmasını bekliyordu. İçinde anlamlandıramadığı buruk bir pişmanlık vardı. Ne idam ne de ölüm umurundaydı. Dünyayı daha güzel bir yer yapma uğraşısının sonucu altında yıllardır ezilmekten artık yorulmuştu. Onun için ölüm bir son değildi. Bütün arkadaşlarına “insanın hayatı; zaman çizelgesinde var olduğu seneler içerisinde o çizelgeye bıraktığı izlerden ibarettir,” derdi. Şimdi ise bıraktığı izlerin büyüklüğünden ötürü, hiçbir zaman ölemeyeceğinden dert yanıyordu.
              Hayal dünyasındaki gezintisini ani bir kilit sesi böldü. “Gelenler gardiyanlar olmalı,” diye düşünüp acele bir tavırla ayağa kalktı. Üstünü başını silkelemeye, saçını elleriyle taramaya başladı.Üç kilitli kapının son kilidi de açılıp, kapının kolu çevrildiğinde inceden içeri sızan ışıktan gözleri kamaşmıştı. Kapının ardındaki yüzü seçmeye çalışıyor ama dışarıdaki ışık hiçbir şey görmesine imkan vermiyordu. Kapı ardına kadar açılmış artık gözü yavaş yavaş ışığa alıştığında 3 tane gardiyan gördü karşısında. Üçü de bir rus güreşçisi kadar geniş ve yapılı omuzlara ve sadece bir celladın sahip olabileceği ciddi suratlara sahiplerdi. Suratları buruş buruş bu 3 adamdan önde duranı “gel!” diye çağırdı yaşlı doktoru. Doktor yavaşça gardiyana doğru yaklaşıp iki elini göbeğinin önünde avuç içleri birbirine bakacak şekilde kavuşturdu. Gardiyan kelepçeleri takıp hiçbir laf etmeden koluna girdi. İki koluna birer gardiyan girmiş, diğeri ise önden yürüyordu.  Düz, sıvası dökülmüş, çok ağır kokan uzun bir koridordan yavaş adımlarla yürüyorlardı. Doktorun her adımında iki ayak bileğine de bağlı olan zincirler ses çıkartıyor, bu ses koridorda yankılanıp tekrar tekrar duyuluyordu. Koridorun sonuna doğru daha da yavaşlayıp durdular. Gardiyanlar şimdi kollarını daha sıkı tutuyorlardı. Önden giden gardiyan elindeki bir sürü anahtar bulunan çemberden anahtar seçmeye çalışıyordu. Uygun anahtarı bulup kapıyı tek hamlede ardına kadar açtı. Doktor, kapının eşiğinde tuttuğu nefesini içerideki spot ışıklarını ve insan yığınını görünce verdi. Şaşkınlıktan yeni bir eve girmiş çocuk gibi sağa sola bakınıyor, anlam vermeye çalışıyordu. Çevresine attığı bu anlamsız bakışları gardiyanların ani dürtüşü son verdi. Doktorun tam karşısından ona doğru yaklaşan fötr şapkalı, siyah ceket içine beyaz gömlek giymiş, hafif göbekli, kel, 40lı yaşlarında gösteren –fakat kim bilir kaç yaşında olan- bir adam yaklaşıyordu. Kapıyı açmış olan gardiyan “hapishane müdürümüz Mehmet Şimşek,” diye tanıttı bu adamı doktora. Hapishane müdürü tokalaşmak için elini doktora uzattığında doktor “inanın bunu yapmak istemezsiniz. Sanırım hücrelerinizi ziyaret etme fırsatı bulamadınız hiç,” dedi. Boğazını yoklayan bir öksürük ile tokalaştığı elini ağzına götüren müdür söze kendini tanıtarak başladı ve ardından idam kararını okudu. “tüm bunları zaten biliyorum ve hepsi zaten ben idam edilmeden önce tekrar okunacak. Zahmet etmeseydiniz,” dedi doktor bütün soğukkanlılığıyla. “Bunları size hala bir idam mahkumu olduğunu hatırlatmak için söyledim. Zira birazdan bir muhabir ile özel bir görüşmeniz olacak. Hapishanemize ait hiçbir kayıt cihazı bulunmayacak. Sizi bira…”
“Ne yani bugün idam edilmeyecek miyim?” diye hapishane müdürünün lafını böldü doktor.
“Hayır bugün idam edileceksiniz. Sadece size son bir kendinizi anlatma fırsatı sunuyoruz. Dünyayı alt üst etmiş bir adamın idamından önceki son sözleri, belki pişmanlıkları çok büyük anlam taşıyor herkes için doktor Frankenstein,” doktor bu adla anılmaktan nefret ederdi. Üniversitedeki çalışma arkadaşlarına hep geleceğin Tesla’sı olacağını, ikinci Einstein olarak anılacağını söylerdi. Hayatını adadığı çalışmaları dünyayı değiştirecek, Yeni Dünya için bir sembol haline gelecekti. En azından o böyle düşünüyordu. Fakat farklı gelişen olaylar ve insanoğlunun hırsı yüzünden, şimdi her şey daha farklı bir yön izlemişti ve bütün bu farklı gelişmelerden sonra ona takılan isim tarihteki ünlü bir bilim adamının yakıştırması değil, canavar yaratan bir roman kahramanının ironi dolu ismiydi. “Ben kendimi dünyanın en aşağılık adamıyım sanıyordum. Böylesine kötü birinin son sözlerine bu kadar değer vermenizi sağlayan nedir?” diye sordu doktor. “Savaşta bütün arşivlerimizi kaybettik. Ne Napolyon’a ait bir doküman ne de Hitler’in video kayıtları kaldı. Küresel bir savaştı bu ve nice sanat eserini de kaybettik. Artık arşivciliğin ve dünyayı değiştiren herkesin görüşlerinin kıymetini daha iyi anlıyoruz. Görüşleri pek kayda değer biri olmayabilirsiniz ama tarih, bizi sizin düşüncelerinizi aktaramadık diye bizi yargılayacaktır. Artık dünya sandığınız, yapmaya çalıştığınız kadar sığ kafalar tarafından yönetilmiyor doktor Frankenstein,” dedi hapishane müdürü ve bu konuşmayı daha fazla uzatmak istemeyen bir tavır takınarak, eliyle içerideki kapıyı gösterdi. Sağ tarafında tahtadan bir yükselti, üstünde ise idam sandalyesi, sol tarafında koltuklarına oturmuş fotomuhabirler vardı. Kapı açıldığından beri fotoğraflar çekiliyor flaşlar artık doktorun gözünü yoruyordu. Müdürün gösterdiği yönden, tüm muhabirlerin önünden boynu bükük bir şekilde geçen doktor röportajının yapılacağı demir kapılı odaya girdi.
             İçerisi en az koridordaki kadar basık bir havaya sahipti. Aynı hücresindeki gibi duvarlarında hiçbir şey olmayan odanın tam ortasında bir masa, iki sandalye, masanın tepesinde ise kumarhanelerdekini andıran bir lamba asılı idi. Masanın karşı tarafında gözlerinden heyecanı okunan, yuvarlak çerçeveli gözlüğü ve ses kayıt cihazı ile genç görünümlü bir muhabir vardı. Hapishane müdürü eliyle genç muhabiri göstererek “Murat bey Dünya Ortak Ajansı adına temsilen burada. Süresini Murat beyin belirleyeceği röportajda size sorular yöneltecek. Her zamanki gibi cevap vermeme hakkına sahipsiniz. Odada bir polis memuru bekliyor olacak,” dedi. Doktor hala ayakta bekliyordu. Etrafını biraz daha kolaçan edip hapishane müdürüne dönerek teşekkür etti ve bir an önce başlamak istediğini söyledi. Yavaşça çektiği sandalyenin zeminden çıkardığı sesten içi gıcıklanan muhabir “lütfen! oturun artık,” dedi. Dikkati dağılmış, yüzündeki heyecanı gitmişti. Doktor sandalyeye otururken hapishane müdürü dışarı çıkıyordu. Kapıyı yavaşça kapatıp içeridekileri bir an bile daha fazla görmek için gitgide küçülen kapı aralığından dikkatlice doktoru gözlüyordu. Kapı kapandıktan sonra arkadan kilitlendi ve muhabir konuşmaya başladı:
“Öncelikle ben Murat Yılmaz. Mehmet beyin de söylediği üzere Dünya Ortak Ajansı adına buradayım. Heyecanımı mazur görün, sizin için de uygunsa sorularıma hemen başlamak istiyorum.”
“Tabi ki buyrun.”
“Öncelikle çocukluğunuz hakkında edineceğimiz bilgilerin, psikologlar için yararlı olacağını düşündüm. Nerede geçirdiniz çocukluğunuzu, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?”
“Gaziantep’de doğdum. 5 kişilik ailenin en küçük çocuğu idim. İlkokula da bizim semtteki okula gitmiştim," bu kısa cevaptan tatmin olmayan muhabir "biraz daha açar mısınız çocukluk zamanlarınızı?" dedi. "Başlarda ne okulu ne de öğretmenlerimi seviyordum. Ortaokula kadar böyle devam etti. Ortaokulda ilk sevgilimden sonra, derslere de okula da bakış açım değişmişti."
"Bu kızdan biraz daha bahseder misinz?"
"Çok güzel bir kızdı. Sanki her sabah özenle uğraşılmış gibi kıvırcık, sarı saçları vardı. Boyu benden biraz uzuncaydı ama hatırladığım en güzel şey gülüşüdür. Sanki papatya dolu bir Karadeniz yaylasında akşam güneşini izler gibiydi onun gülüşünü izlemek. Her gülüşünde mutlu oluyordum ve sırf bu sebepten türlü şaklabanlıklar yapıp onu güldürmeye çalışırdım. Memur kızıydı. Babasının kazancının farkındaydı ve hep idareli yaşardı. Aşırıyı sevmez, sakin ve düz bir hayatı vardı. Sanırım en çok sevdiğim yanı o yetişkin tavırlarıydı. Hiç unutmam bir keresinde okuldan çıkarken onun mahallesine kadar beraber gidiyorduk, arkadaşlarım top oynamaya çağırmışlar fakat her hafta patlattığımız topu satın alma sırası bu sefer bana gelmişti. ‘Gündüz! Hadi bakkaldan topu al da gel. Alt mahalle ile maçımız var,’ dediklerinde fark etmiştim ki cebimde top alacak para yoktu. Ellerimle cebimin derinliklerini yoklamaya başladım ama hiç para yoktu. O bunu anlamış olacak ki hemen cebinden haftalığını çıkarıp bana verdi. İlkin almamakta ısrar etsem de bana ‘arkadaşların arasında rencide olmanı istemem. Al,’ dediğinde başım öne eğik alıp, hemencecik cebime atmıştım o parayı. O gün artık onun benden daha yüksek mertebede biri olduğunu düşünmeye başlamış, bir an önce büyümek isteyen her çocuk gibi, o yetişkin gözüken kızın tavırlarını benimsemeye başlamıştım. Ertesi gün kütüphaneye gidip ilk kitabımı, Monte Cristo Kontu’nu alıp okumuştum sıkıla sıkıla. Yaşı belki 14’tü lakin çok şeyi değiştirmişti hayatımda. Kitap okumayı çok severdi. Okulun küçük kütüphanesindeki bütün kitapları bitirmek istercesine her gün oraya giderdi. Beni kitaplara, okumaya alıştıran da Gözde oldu."

“Peki ailenizle aranız nasıldı? Annenizden hiç dayak yediniz mi? Babanızı sever miydiniz?”
“Annemden fazla dayak yemezdim. Diğer ailelerin aksine, biraz daha geniş vizyona sahip bir ailem vardı diyebilirim. Babam öğretmen, annem ev hanımıydı. Sadece yediğim bir dayağı çok iyi hatırlarım. Annem, ona babamın bir müfettiş arkadaşından gelen, made in paris yazılı bir vazoyu yakartop oynarken kırdığımda çok kızmış, beni akşama kadar dövmüştü. Babam eve geldiğinde anneme çok kızmış ama elini bile kaldırmamıştı. Babamsa benim çocukluk kahramanımdı. Bana hep ders çalışmam ile ilgili öğütler verir, ben de gözümle halıdaki desenleri bir dokumacı edasıyla izler, küçük hayallerime dalardım. Babam konuşmasını bitirince onaylayıcı bir cevap verir geçiştirirdim. Ama yine de aileyi çekip çeviren, kendi ayakları üstünde sağlam basan, erken ağarmış saçları ve emir kipi dolu cümleleriyle, tam bir rol model idi benim için. Abilerim arasında bir tek Serdar abim beni severdi. Necip ve Sercan abim evliydi, haliyle aileden tümüyle kopuklardı. Serdar abimse benden 5 yaş büyük olmasına rağmen benimle oyun oynar, her şeyi benimle yapardı. Birbirimizin oyun arkadaşı, aynı zamanda kardeş gibiydik.”

“Lisede neler yaşadınız? Lise hayatınız nasıldı?”
“Lise hayatım, ortaokuldaki sevgilim sayesinde inek diye anılarak geçti. Kitaplara daha çok bağlıydım o sıralar ve akranlarım arasında kabul görmeyince pek arkadaş edinememiştim. Liseye başladığım ilk seneden itibaren ders çalışmaya başladım. Küçükken ne olacaksın diye sorduklarında her seferinde başka bir meslek söylerdim. Ama liseye başladığımdan beri bilim adamı olmak istiyordum. Biyoloji çok ilgimi çekiyordu. Sürekli ders çalışıyordum. Okulun en iyisiydim, birincilikle bitirdim ama lisede hiç sevgilim olmamıştı. Ortaokulda o kızla bıraktığım gibi bir ilişki arıyordum ve ergenliğimin tüm haşarı ve hormon dolu zamanlarını ders çalışarak harcadım.”
“Üniversite hayatınızı sormayacağım zira o dönemden itibaren yeteri kadar bilgi var elimizde. Sadece şunu sormak istiyorum. Pişman mısınız?” muhabirin bu sorusundan sonra Doktor'un gözlerinde bir nefret büyüdü. Sert bakışları ile muhabiri aşağılarcasına "Hayır!" diye çıkıştı ve devam etti.
“Olmadım ve asla olamayacağım. İnsanlığın yararına yaptığım buluşu, kirli siyasetinizin en büyük basamağı yaptınız. Ezdiniz! Ezdikçe yükseldiniz! Yeni Dünya’nın tüm insanlarına, çocuklarıma nefretim çok büyük. Görüşlerim her zaman en mantıklı, en makul olanı korumaya yönelikti. Lanet olsun ki siz, hepiniz sanki toprak altında yıllardır ekin zamanını bekleyen köstebekler gibi beklemiş ve vakti geldiğinde bütün tarlayı talan etmiş…” muhabir, büyük bir nefret ve yüksek sesle konuşan doktorun sözünü kesti.
“Bağırmalarınız sizi haklı kılmayacak. Zaten sadece ben ve kayıt cihazı var. Sakinlik içinde anlatmaya devam ederseniz sevinirim. Diğer bir soruya geçelim. Ölümden korkuyor musunuz doktor?”
“Hayır. Bu, onurlu şövalyelerin esir olarak ele geçirildikten sonra attığı ‘sizden ve kılıcınızdan korkmuyorum!’ naraları gibi değil. Yaşayacağımı bildiğimden korkmuyorum. Hayatımız bizim zaman çizelgesinde bıraktığımız izlerin bütünüdür ve sanırım yeteri kadar büyük bir iz bıraktım. Korkum bu izin silinemeyecek kadar büyük olması. Dünya, Büyük Yıkım’dan sonra Hitler’i, Napolyon’u, Pinochet’i, Mussolini’yi, Cengiz Han’ı bile unuttu ama bu sefer sonsuza kadar yaşayacak bir kötü yarattı. Geçmişten ders çıkarılması gereken kötülerin, bütün özelliklerini bana yüklediniz. O kadar ki soykırımcı ve faşist olduğumu bile söyleyenler oldu. En fazla insan ırkının hayatta kalması ve yükselmesi için, insanlık faşizmi yapmışımdır.”

“Peki, bir de sizin ağzınızdan bütün olanları dinlemek isterim. Acaba tüm bu olanlara bakışınız, olayların oluşumu ve gelişmesi aşamasında neler?”
“Her şey doktora tezimi yazarken okuduğum bir makaleye dayanıyor. Bir biyolog enerjiyi ortaya çıkarmak için kullandığımız oksijenin, her canlının hayatını kısıtladığını, bu sebeple oksijensiz solunum yapacak kompleks canlıların daha uzun yaşayabileceğini öne süren bir makale yazmıştı. Kafamda bir ışık yaktı. Tam 15 senemi buna harcadım. Önce oksijenin zarar verdiğini kanıtladım. Nobel dahil çokça ödül almıştım o makalem ile. Ardından işin sonuç bölümüne gelmiştim ki herkes bunun geleceğini biliyor ve bekliyordu. Siz gazetecilerin Hayat Bileşiği dediğiniz bileşimi bulmuştum. Oksijen yerine onu kullanınca, bu dezenformasyon olmuyordu. Birçok hayvanın üstünde denedik. Bir sürü makaleler yazdım. Evim, her gece aşırı dinciler tarafından tehdit mektubu yağmuruna tutuluyordu. Artık baya ünlüydüm. Türkiye’de bir üniversitedeydim ve bir Türk, dünyanın gidişatına yöne verecek bir buluş yapıyordu. Çalışmalara devam edip, sınırsız ödenek aldım diyebilirim. Bütün araştırmalar bitti ve işin ciddiyetini kavrayan Amerikan hükümeti beni Amerika’ya davet etti. Artık bir üst seviyeye geçme, sınırları zorlama, meslek etiklerini yıkma vaktiydi. Gizli gizli insanlar üzerinde deney yapıyordum. Dünyanın en iyi moleküler biyologlarıyla birlikte her gün insan vücudunu nasıl bileşiğe adapte edebileceğimizi düşünüyorduk. En sonunda 3 gün önce astığınız Fransız meslektaşım Arsen çözümü bulmuştu. Deney yaptığımız pek çok insan artık bu bileşimi soluyordu. Tabi sonra hepsini hükümet emriyle itlaf ettik. Fakat onlar bu bileşiği soluyor ve yaşlanmıyorlardı. Vücutları sanki bir derin dondurucudaymış gibi biyolojik yaşını unutuyordu. Ardından hükümet daha büyük oynamaya karar verdi. G8 ülkeleri ve yoğun baskımızdan ötürü Hindistan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 ülke Yeni Dünya Toplantıları'nı yaptılar. Ben ve bir Hindistanlı meslektaşımla ülkelerimizin bütün bunların dışında kalmaması, aksi takdirde çalışmalara devam etmeyeceğimiz yönünde baskıda bulununca kabul etmişlerdi. Her hafta G8 toplantısı oluyor, her hafta bu buluş ile neler yapılacağı tartışılıyordu. En sonunda Hindu, Müslüman ve Hristiyan olmalarına rağmen, bütün devlet adamları dinlerini göz ardı edip ağaçlara bu bileşiği üretme gücü verilmesini ve bunu küresel çapta yapma kararı aldı. Halka bütün bunlar yavaşça açıklanacaktı ama medya sayesinde zaten yolun büyük kısmı çoktan katedilmişti. Makalelerimden haberi olan herkes daha ilk günden beri bunun ne kadar etik olacağını tartışırken. Devletler yaşlıları ve bakım evlerini ön plana atmaya, yaşlılar üzerinden acındırma politikasıyla insanları bu yeni düzene ayak uydurtmaya çalışıyorlardı. En sonunda herkes dini ikinci plana atıp, bu çalışmaların artık başlaması gerektiğine karar verdiğinde, bütün dünyanın geleceğini sadece 10 ülke belirlemişti. Başta amazonlar olmak üzere dünyadaki bütün ormanlara aşılama yapmaya gitmiştik. Yaptığımız sadece bir şırınga dolusu ilacı ağaçlara enjekte etmekti. Aynı şekilde insanlar da havadaki bileşik oranına bağlı olarak onları bileşiğe adapte edecek aşıları oluyorlardı. Herkes her ay aşı olmak zorundaydı. Olmayanların sonu kesin ölümdü. Her seferinde doz biraz daha arttırılıyordu ve 5 senede dünya artık oksijen solumaz olmuştu. Herkes ölümsüzdü. Başta ölümsüzlük üzerine bir çok kitap, şiir, edebi eser üretildi. Herkes bunun neler getirip neler götüreceğini  tartışıyordu. Sonsuz yaşam herkese cazip geliyordu. Bakımevleri artık açılmamaya başladı. Ülkeler artık aradıkları dinamik gücü sürekli buluyorlardı. Yeni doğan çocuklar ortalama 25 yaşında kadar büyüyordu. Ergenlik bittiğinde yaşları sabitleniyordu. Bu yüzden sabit yaş kuzey ülkelerde yüksekken, ekvatoral ülkelerde çok düşüktü. Zaten fakir olan bu ülkeler artık çocuk denebilecek ama büyümeyen bir nüfusa sahipti. Gitgide fakirleşip, her şeyi başlatan bu 10 ülkenin egemenliklerini kabul ettiler. Afrika ve bütün ekvator ülkeleri artık diğer büyük devletlere teslim olmuştu. Sonsuz yaşam bazı ülkelere yıkım getirmiş, bazılarına zenginlik kazandırmıştı. Din olgusu yavaş yavaş dünya üzerinden siliniyor, dinin gereksizliği konusunda çeşitli yazılar, tartışmalar, makaleler hazırlanıyor, artık devlet adamları bile dinin gereksiz bir kurum olduğunu kabul etmekten çekinmiyorlardı. Ölüm korkusu üzerine kurulu din, ölüm ortadan kalkınca yavaşça ortadan siliniyordu. İnsanın artık ihtiyacı kalmadığı dinin insanlara bir yaptırımı yoktu. İnsanlar sonsuz hayatları olduğunu bildiğinden daha materyalist düşünüp, daha çok çalışmaya başladılar. Çünkü yatırım yapacakları bir yaşlılıkları yoktu, sürekli çalışıp para kazanmalıydılar. Böylece zengin zenginleşti, fakir ülkeler sürekli teslim bayrağı çekti. 3. Dünya Savaşı çıkmıştı fakat ölen kimse yoktu adeta. Milli benliğini kaybeden bütün ülkeler diğer devletlere katılıyordu. Türkiye’nin toprakları Kuzey Afrika’da Libya’dan başlayıp oradan İran’a kadar uzanıyordu. Kapitalizmin en baştan beri benimsetmeye çalıştığı ‘her bölgeye tek hakim’ politikası artık yavaş yavaş yerleşmeye başlıyordu. Ortadoğu Türkiye’de, Uzak Doğu Çin’de, Kuzey ve Orta Asya Rusya’da, bütün Amerika kıtası Amerika Birleşik Devletlerinin yönettiği bir Amerikan Devleti çatısı altında toplandı, Kuzey ve Güney Amerika kıtası boydan boya Amerikan hakimiyetindeydi, Avrupa’da Birleşik Avrupa Ülkesi kuruldu ve iç işlerinde bütün ülkeler kendi yargılarına, cezalarına sahipken dış işlerinde bu daha büyük olan ülkenin hakimiyetindeydi. Afrika ise yine kaderine mahkum bırakılmış ama hepsinin artık açlıktan ölmemek için büyük ülkelerin hakimiyeti altına girmek istemesiyle, Afrika bir yağma pazarına dönüşmüştü. Her ülke bir diğerini kendi hakimiyetine bağladı. Bileşik insanlara sadece yaşlanmamayı vaat etmişti ama yaşlanmama lütufu Afrika’da ölüm olarak karşılık bulmuştu. Bütün Afrika benden nefret ediyordu. Herkesin ölümsüz olduğu ve savaşsız seneler geçiren bu dünyada artık milliyetçilik anlayışı yavaş yavaş kayboluyordu. Herkes kendini düşünüyordu. Haliyle hiçbir ülke başka bir ülkenin hakimiyeti altına girmeyi uygunsuz karşılamıyordu. Tüm bunlar projenin tamamlanmasından 130 sene sonra gerçekmişti. 20 sene içinde dünyada birkaç devlet kalmıştı. Bu projeden 150 sene sonra dünya artık bambaşka bir yerdi. Nüfus planlaması konusunda iyi çalışmalar ortaya çıkmış olsa da nüfuslar sürekli artmaya devam ediyordu. Ailelerin doğurdukları 3. Çocuklar hiçbir yaptırım uygulanmıyordu. Sadece maaş kesintisi. 2. Çocuğa kadar maaş yardımı yapılırken 3. Çocukta maaş kesintisi uygulanıyordu ama hiçbiri dünyanın büyümesini engelleyemedi. 170 sene önce 2013’te dünya nüfusu 7 milyar iken şu an rakam 15 milyardı ve artık bu dünya insanoğluna dar geliyordu. Her ülkenin kişisel serzenişlerinden sonra tekrar büyük toplantılar başlamıştı. İlk başta 10 ülkeyle başlayan bu Yeni Dünya grubu şimdi 6 ülke ile temsil ediliyordu. Türkiye, Rusya, Çin, Amerikan Devletleri, Birleşik Avrupa, Avustralya. Dünyada sadece 6 ülke kalmış, eski makro ekonomi teorileri yerle bir olmuştu. Dünya devletleri grubu 150 sene sonra tekrar bir radikal karar etrafında toplanmışlardı. Acilen dünya nüfusu azaltılmalıydı yoksa bu ütopya yakın zamanda bir cehenneme dönecekti. Ormanların çoğu harap edilmiş, havadaki bileşik oranı azalmaktaydı. Bilim adamları alglere sarılıp bu bileşiği üreten alg gölleri kuruyordu. İnsanlara yetecek yiyecek kalmamış, Afrika tekrar bütün ülkelere yük olmaya başlamıştı. Açlık ölümleri tekrar baş göstermişti. Bu gidişata dur demek için toplu katliam başlatılması kararı alınmıştı. Karar hiçbir zaman halka duyurulmadı, gizli gizli insanlar ölüyordu. Köylerde bomba denemeleri bahanesiyle binlerce insan ölüyordu. En son bu bilinçli katliamların çok az insan öldürdüğü düşüncesiyle bir dünya savaşı çıkarma fikri öne sürüldü. Başta Amerikan Devletleri ülkesi buna karşı çıktı. Tuzu kuru olan ve en iyi nüfus politikasını izlemiş olan bu ülke, katliamı ve savaşı aşırı buluyordu. Lakin küresel bir yok oluşun Amerika’yı da içine alacağı konusunda Amerikan Devletleri de ikna edilince artık küresel bir savaş başlamıştı. Adeta bir oyun gibi dünya ikiye bölünmüş soldaki ülkeler sağdakilere savaş açmıştı. Amerikan Devletleri, Türkiye ve Birleşik Avrupa Ülkesi bir tarafta; Çin, Rusya, Avustralya bir tarafta savaşıyordu fakat ne sebeptendir ki yenişemiyolar, bir parça bile toprak kaybetmeyip, kazanmıyorlardı.  Savaşın bahanesi ise Afrika’daki ülkelerin haksız paylaşımı idi. Oysa gidip Afrikalılara sorsalar, bu dünya savaşı çıkmasın diye hangi ülke isterse onların egemenliğine girmeyi kabul ederlerdi. Nihayetinde savaş çıktı. Ölümsüz insanlar öldü, milli benliği kaybolan insanlar, insanları öldürmek için öldüler, ülkeler kendi refahları için bir çok insan katletti. Bu savaşın sembolü bendim. Bütün reklamlarda ben kullanıldım. Savaşın 3. Yılından itibaren bütün dünya aslında olayın nüfusun azaltılması olduğunun farkına varınca afişlerde yine ben vardım. ‘Size bahşettiğim sonsuz hayatı daha iyi yaşamak için orduya katıl!’ diyordum. İşin başında insanoğlunun nüfusunun belli bir seviyeye çekilmesinin, sonra da ciddi nüfus politikaları ile dengede tutulması gerektiğini düşünüyordum. Hatta salgın bir hastalık ile soy kırma fikrini ben ortaya atmıştım. Ama hastalığın önlenmesinin zorluğu ve virüslerin çabuk evrimleşme tehlikesinden dolayı küresel savaş kararı alındı. Daha sonra bu canice uygulamayı görüp düşüncelerimi değiştirmiştim. Savaşın 3. senesinden sonra insanlar artık savaşa girmek istemiyordu. Sadece birilerini öldürmüş olmak için insan öldürülüyordu ve kimse direnemiyordu. Yer yer köy direnişleri vardı ama şehirde herkes hala mutluydu. Kırsalda ise insanlar babadan yadigar silahlarla, av tüfekleriyle benliklerini korumaya çalışıyorlardı. Sonra Lucas Mordiggan adındaki komünist önderiniz ortaya çıktı. İnsanları köy köy silahlandırdı. Ordu mühimmatlarına el koydu, tugaylar bastı. Küçük ordusu Avrupa’dan başlayıp, Türkiye üstünden İran’a, oradan Asya’ya geçti. Her girdiği köyden bir sürü asker toplayıp geliyordu. Orduların silahlarını orduya karşı kullanıyordu. Adeta bir fırsat bekçisi gibi bu karışıklık anını beklemişti sanki. İşler çığırından çıkınca, bu güzel ütopik dünyaya, yine bir o kadar ütopik bir yönetim şekli ile yöneteceğini ve herkese refahı, sonsuz yaşamı vaat etmişti. Hepiniz kandınız. Bir komünist çakala, fırsat bekçisine kandınız ve arkasından gittiniz. İlk önce Çin’i ele geçirdi ve haliyle en büyük asker sayısına sahipti artık. Lucas, bu dünya devletleri grubunun dünyayı iki cepheye bölüp büyük bir savaş çıkarması için yarattığı bir kukla idi. O konularda bize hiç bilgi verilmezdi. Ama bence ülkeler birbirlerini vurmak için asker bulamayınca, fikirlerini halka açıklayarak böyle bir sembol yarattılar. Herkes komünizm ve eşitliğe çok kolay kanıp, bu fikir için silahlanabilirdi. Nitekim öyle oldu. 3. Dünya Savaşı asıl şimdi başlıyordu. Lucas kuvvetleriyle Çin’den başlayıp 7 senede Avrupa’ya tekrar kadar ilerlerdi. Bu sefer geçtiği yerleri kendi komünist ülkesine katıyordu. Savaş çok kanlıydı. Buralar hakkında zaten çok bilginiz var ve görüşlerimiz hemen hemen aynı. Vahşet. Sonrasında ise dünya nüfusu sadece 1 milyar kaldı. 1 milyar! 14 milyar insan öldü. Savaş bittiğinde bile Lucas öldürmeye devam ediyordu. O da nüfusun çok az tutulması gerektiğinin farkındaydı. 10 sene evvel dünya kimseye yetmezken. Şimdi dünya insanoğlu için çok büyüktü. En az savaş anındaki kadar, savaştan sonra da Lucas düşman bahanesiyle birçok insan öldürdü. Her komünist lider gibi kendi halkını kolaylıkla öldürüp, bunları çok rahat örtbas edebiliyordu. Şimdi büyük komünizmi ilan etti. Bütün şirketler tek çatı altında toplandı. Sen bile o salak Dünya Ortak Ajansı adına buradasın. Her şey devlete ait. Para yok. Sadece emek var. Dünyanın altını çağını yaşayacakken, komünizm sevdasına her şeyi bok ediyorsunuz. Biz öldürmek için meşru sebepler ararken, Lucas sebep göstermeksizin öldürecek ve ruhunuz dahi duymayacak. Lucas şimdi dünyanın tek hakimi. Dünyaya hükmeden tek ülkenin, tek lideri. Bütün insanlar ya din gibi bir olgu ya da büyük bir lider tarafından yönetilir. Bu insanlara huzur verir. Lucas da bunu kullanıyor. Büyük lider! Sonsuza kadar yaşayacak, lider sıkıntısı çekmeyecek bir komünist dünya. Bu dünya, bütün komünist liderlerden ders çıkarması gerekirken, yine aynı sevdayla iş yaptı. Eski dünyanın bir artığı bu adam. Bir kukla. Aslında her şey eskiden olduğu gibi. Değişen tek şey, bizim insanları öldürürkenki bahanemiz dünya nüfusunun azalması iken, insanları öldürmek için Lucas’ın bahanesi insanların öldürülüyor oluşuydu. Gün gelip nüfus artınca tekrar insanları öldürecek, sizi modern köleliğe alıştıracak. Herkes çalışmak zorunda kalıp, kimse tam karşılığını aldığını düşünmeyecek. Bu kadar rüyalar aleminde yaşayamazsınız. Görmüyor musunuz yahu? ” dedi doktor ve yavaş yavaş sesi titremeye başlayınca sözlerini bitirdi.

“İnsanları öldürme kararlarında hiç içiniz sızlamadı mı? Bu anti-komünist düşüncelerinizin, emek karşıtlığınızın sebebi nedir? Eski, çürümüş burjuva yönetimi yıkıldı diye mi bütün bu tavırlarınız? Artık yandaşı olduklarınız, sizi koruyacak olanlar yok oldu diye mi bu kadar komünizm düşmanısınız?”
"Kimsenin korumasına ihtiyacım yok. Kendi fikirlerimle yarattığım dünyayı siz kirlettiniz. O gün geldiğinde siz sığınacka bir dal arayacaksınız. Şuanki kurtarıcınızdan sizi kurtaracak bir önder arayacaksınız."

"Doktor. Herkes sizin anti-komünist söylemlerinizi en başından beri biliyor. Bizi bu kıyımdan kurtaran liderimiz bize ihanet etmeyecek. Onu biz yarattık. Halkın sebepsiz yere akan kanlarından doğdu."

“Artık sadece tartışacağız gibi geliyor. Röportaj kısmı bitti sanırsam. Röportajım bittiyse dışarıda boynuma geçirilecek bir ilmek ve bu anı bekleyen 1 milyar insan var. Müsaadenizle ölmek istiyorum,” dedi doktor.                      Gözleri artık küçücük olmuş, sesi gitgide daha çok titriyordu. İçinde anlatacak bu kadar çok şey varken, hiçbirini anlatacak birilerini bulamamak acı veriyordu. Ölmek istiyordu. “Çok şey gördüm, hak etmediğim şeyler” diye kendine telkinler veriyordu. Muhabir polisle göz göze gelip küçük bir baş işareti verdi. Polis kapıya 3 kere ard arda vurdu, bekledi, ardından 2 kere arası daha seyrek bir şekilde tek vuruş yaptı. Kapının kilitleri tek tek açıldı. İçeri giren meraklı gözleriyle hapishane müdürü oldu. Göbeğinin ancak geçebileceği kadar kapıyı açıp bir hamlede içeri girip kapıyı kapadı. ”Tamam mı? Bitti mi?” diye sordu heyecanlı ve nefes nefese. Doktor bir an kısa bir gülme krizine girdi ve sakinleşince “insan öldürmeye karşı oldukları için insan öldüren bir yönetimin destekçisinin, bir insanı öldürmek için bu kadar hevesli olması ne kadar ironik,” dedi. Hapishane müdürü yüzünün tüm kızarıklığıyla polisten yardım istedi ve doktorun koluna girerek ayağa kaldırdı. Sandalyeyi altından çekerek, doktoru kapıya doğru yönelttiler. Hapishane müdürü tam kapıya anahtarı sokacakken doktor “bir dakika!” dedi. Arkasını dönüp muhabire “hepsini göreceksin. Sayemde sonsuza kadar yaşayacaksın. Sayemde anlattıklarımın hepsinin gerçekleşeceğini göreceksin. İçini ferah tut. Hepinizi, tüm çocuklarımı bağışlıyorum,” dedi bir tanrı edasıyla. Ardından hapishane müdürüne doğru dönüp kafasıyla işaret yaptı ve kapının kolunu açar açmaz kapı aralığından muazzam bir ışık patlaması doldu odaya. Flaşlar sanki arada hiç bekleme olmasının yanık gibilerdi. Doktor izleyicilere doğru bakamıyordu. Acele tavırlarla tahta yükseltinin üstüne çıkartıldı. Ayaklarını sandalyenin üstüne koyup boynuna ilmek geçirildi. “Neden eski yöntemler?” diye sordu doktor. İlmeği boynuna geçiren polis “eski dünyanın vaizine, eski dünyanın cezası,” diye yanıtladı. Hapishane müdürü idam kararını okumaya başladı ve bitirdiğinde doktora son bir sözü olup olmadığını sordu. Doktor “sizi affediyorum çocuklarım!” diye söze girdi. Büyük savaştan sonra bütün insanlara çocuklarım diye sesleniyordu. Zira hepsi yeni dünyanın insanlarıydı ve bu dünyanın oluşmasına zemin hazırlayan da oydu. “Lucas kendine bir düşman yarattı ve vaftiz olup günahlarından arınıyor. Hitler’in, Napolyon’un, Mussollini’nin kayıtlarını bizzat kendi yaktı. Bir düşman yaratmak istiyordu. Yeni Dünya’nın artık güven içinde hissedeceği, ‘düşmanları yok ettik’ diyeceği bir başlangıç lazımdı. Şuan bu başlangıca şahitsiniz baylar! Bütün dünya birbirini bir hiç için öldürürken ortada bir düşman yoktu. Şimdi bütün kötülükleri bana yıkıldı, eski dünyanın tek ve en büyük kötüsü ilan edildim. Herkes birbirini öldürürken ortada olmayan düşman ben oldum. Evet itiraf ediyorum. 15 milyar insanı bizzat öldürdüm. Kangren olmuş kolunuzdan kurtuluyorsunuz. Hepinize kızgınım çocuklar. Hepinize! Ama sizi affediyorum. Kör bir adamı, neden karşıdan karşıya geçerken soluna bakmadı diye yargılayamazsam, aynı sebepten gözleri tatlı komünizm rüyasıyla bağlanmış siz çocuklarımı da yargılayamam. Uzun yaşayasınız! Size hediye ettiğim sonsuz hayat ile Lucas’ın ve her şeyin bir siyaset olduğuna, aslında insanlığın altın çağı olarak adlandıracağınız bu çağları bile siyaset ve hile ile yöneten bu adamın kirli oyunlarına şahit olacak kadar uzun yaşayasınız! Sizi affediyorum!” dedi ve sustu. Herkes deli gibi notlar alıyor, deklanşörlere var güçleriyle basıyorlardı. Ardından hapishane müdürü başıyla işaret etti ve polis doktorun üstünde durduğu sandalyeyi tekmeledi. Doktor bir seferde boynu kırılarak öldü. 14 milyarın öldüğü bu kan susuzluğunu giderecek yegane ölüm gerçekleşmişti. Artık dünya düşmanını yok etmiş ve kendi kaderini çizecekti.