Geniş omuzları, kararlı adımları
ve berrak zihni ile sorgu odasına doğru götürülüyordu polisler eşliğinde. Bir
insanın katiliydi ve ona verilecek tüm cezayı kabul ediyordu. Tek sorun, her
insan gibi yok olmadan önce hayatta bir iz bırakıp hatırlanmak istiyordu. Bu
sebepten avukatına bir ses kayıt cihazı getirmesini tembihlemişti. Bu kaydı da
daha sonra yayınevlerine vermesini rica etti. Şimdi ağır adımlarla, üstündeki
gri renkli ceketi ve kumaş pantolonuyla ikinci sorgusu için, sorgu odasına giriyordu.
Sol kolunu tutan polis memuru sorgu odasının hafif aralık kalmış; paslı,
demirden kapısını yavaşça açtı. İçeriye doğru ittirdi. Sonra onlar dışarıya
çıkarken sorguyu yapacaklar polisler içeri girdi ve içlerinden biri "evet
Tarık bey. Nereden başlayacaksınız?" diye hiç ummadığı kadar nazik bir
şekilde sordu. "Daha önce söylediğim gibi, her şeyi anlatmak istiyorum.
Belki uzun olacak belki kısa ama en azından mahkemede suçlu olduğuma dair net
kanıtlarınız olacak. Sizden ricam sadece zaman,"
"İyi
bari ötmeye bu kadar hevesliysen," dedi polis memuru ve diğer polis
arkadaşıyla dışarı çıktılar. İçeride kalan polis Tarık'ı koltuğa oturttu.
"avukatını bekleyeceğini söylemişsin. Yoldaymış birazdan başlarız,"
"burası hiç düşündüğüm gibi değil. Tepemde sallanan ampul, tek taraflı
ayna, sıvası dökülmüş duvarda, kan izleri... İnsan bunları bekliyor
doğrusu." "zanlılara şiddet uygulamamız yasak olduğundan kan izleri
yok. Aslında bu yasağı sıkça deldiğimizden kan izleri yok olsun diye sık
aralıklarla sıva yapılır. O ampullerin de yerini bu tasarruflu olanları aldı
uzun zamandır. Ayrıca ayna işi de hiç yoktu zaten. Allah aşkına orada bir ayna
olsa arkasından birinin seni izleyeceğini bilmeyecek misin? Zaten sorgular
kayıt altına alınıyor," dedi. Anlayışlı, akıcı bir konuşması olan bir
polisti. Bir polisten beklenmeyecek kadar düzgün biri olduğunu düşündü Tarık.
Aralarında başka diyalog
geçmediği 1 saatin ardından, avukat geldi. Polis daha fazla bir katilin yanında
yalnız kalmak istemediğini belli eder bir tavırla hemen gidip kapıyı açtı ve
diğer memur arkadaşlarını çağırmaya gitti. Avukatın beyaz gömleği, mavi
kravatı, genç ve kararlı yüzü ile müvekkiline güven bir havası vardı. "Ben baro tarafından atanmış avukatınız
Yusuf Günaydın," diyip müvekkilinin de kendisini tanıştırmasını ister bir
ifadeyle başını sağa doğru hafif büktü, "ben de dosyanızdan bildiğiniz
üzere Tarık Yılmaz. Her şey dosyada yazılı zaten beni bir daha anlatmak zorunda
bırakmayın,". Avukat "peki. Açık konuşalım şu anda kimse yok odada,
siz mi öldürdünüz yoksa zorla kabul mu ettirdiler size? Savunmayı ona göre hazırlayacağım," dedikten sonra, Tarık donuk ve duygusuz bir
sesle "evet, ben yaptım" dedi. Avukat bir kaç saniye Tarık'ın gözlerine sabit
bir şekilde baktıktan sonra "o zaman indirime gidilecek yerleri araştırsak
daha iyi olu..." Tarık, avukatın lafını böldü "hayır. İstemiyorum.
Ortada indirime gidilecek bir şey yok. Planlı bir şekilde öldürdüm. İstedim ve
yaptım. Ne nefsi müdafaa ne de kışkırtma vardı. Sadece... Ben..." lafını
tamamlayamadı. İçinde hafif bir burukluk vardı. Birilerini öldürmüş olmak ona
acı vermiyordu. Aksine rahatlamış hissetmesine rağmen, şimdi garip bir duygu
sardı içini, "belki de hapishane korkusuydu sadece" diye düşündü
içinden. Avukat fazla beklemeden "benim burada bir işim yok o zaman,"
diye soru sorarcasına baktı Tarık'ın gözlerine. "Hayır siz burada benim
yaşama sebebimi temsil ediyorsunuz. Allah aşkına! Benim gibi onurlu bir şekilde
yaşamış ve iyi giden bir kariyeri olan biri hapishanede nasıl yaşamına devam
etsin? İlk hafta tecavüze uğradıktan sonra ya intihar edeceğim, ya hapishane
ağasının orospusu olacağım ya da tüm bunları geçip, daha hapishanedeki ilk
dakikalarımda intihar edeceğim. Şimdiden söylüyorum. Bu alçak, insanların
canlarını soğuk kanlılıkla alan adam, kendini infaz edecek. Tek isteğim adımın
hapishane kayıtlarından başka yerlerde de geçmesi. Bundan 5 yıl sonra bana ait
bütün kayıtlar silinecek. 10 sene sonra bütün tanıdıklarım unutacak. 50 sene
sonra benden hiç iz kalmayacak. Sizi tanıyan son kişi de öldüğünde aslında hiç
yaşamamış olursunuz. Bundan korkuyorum. Bu korkumdan dolayı mükemmel bir buluş
yapabilmek, bununla hatırlanabilmek için çok çalışıyordum. Artık bu çalışmalara
devam etmem mümkün gözükmüyor. Belki şimdi birileri hikayemin kitabını yazar da
sonsuza dek yaşayabilirim. Tek önemsediğim şey bu. Bir de istediğim şarkıyı
getirdiniz değil mi?" "evet Mozart, Lacrimosa idi değil mi? O da
diğer ses kayıt cihazının hafızasında," diyip sol eliyle ceketinin cebinde
diğeriyle hemen hemen aynı olan ses kayıt cihazını çıkardı. Üstüne bir çizik
atmıştı karışmasınlar diye. "isterseniz polisleri de çağırın, ifademe başlayayım," dedi
istekli bir tavırla. Avukat koltuğundan doğruldu, kapıyı açıp dışarıda bekleyen
polislere içeri girebileceklerini söyledi. Polisler homurdanarak içeri doluştular.
Zanlının böyle egemen olması hoşlarına gitmiyordu belli ki ama Tarık zaten
bunları düşünmüştü. Eğer istedikleri şeyi vereceğini vaat ederse dinleme
cihazlarını içeri sokabileceğini ve hikayesini tamamıyla kayıt ettirebileceğini
biliyordu.
Polisler içeri girdi. İki tanesi tam
karşısına oturdu, biri ise solunda ayakta duruyordu. Avukat ise bir sandalye
daha isteyip Tarık'ın yanına oturdu. Ses kayıt cihazını açtı ve masanın
ortasında dik bir şekilde koydu. "evet başlıyorum o zaman. Ben Tarık
Yılmaz. İstanbul Üniversitesi Kimya bölümünde öğretim görevlisiyim. Bu ifadeyi
hiç bir baskı altında kalmadan, kendi öz irademle veriyorum," diyip sustu.
Biraz polisleri süzdü. Solunda, ayakta duran polis "aslında gerek yoktu
ama daha iyi oldu. Devam edebilirsiniz," dedi. " olay gecesinin
öncesinden başlamak istiyorum. Neden yaptığımdan, ne yaptığımdan. 13 ocak 2014
pazartesi günü gördüm onu. Adını öğrenmek istemiyordum ama sağ olsun hakim bey
mahkeme esnasında bayağı sesli bir şekilde tekrar etti. Sevda. Sevda'yı ilk o
gün gördüm. Bankta oturuyordum. Pek bir işim yoktu o gün. Üniversiteden erken
çıkmıştım, evli değilim, sevgilim de yok biraz dolanayım diye düşünürken onu
gördüm. Elinde pazar poşetleri vardı. Üstünde gece mavisi bir elbise ile
güzelliğini gözümün içine sokuyordu. Yanımdan geçerken kokusunu, yasemin
kokusunu duyuyordum derinden. Yaşını, adını, nerede oturduğunu bilmiyordum.
Sadece tutulmuştum. Aşk değil. O saçma, herkesin diline sakız olan şey değildi
bu. Varoluşsal bir sorgulayış içerisine düştüm. Kendim gibi hissetmiyordum.
Böylesine uhrevi bir güzellik sadece tanrının özel bir dokunuşuyla var olabilir
diyordum. Benim için dünyadaki saflığı ve güzelliği temsil ediyordu. Dünya
üzerinde güzel dediğimiz her şey ondan bir parça almış olmalıydı. Her şeyin
içinde biraz ondan olmalıydı. Ben hayret ve sevgi dolu bir şekilde onu izlerken
o yavaşça gözden kaybolmaya başladı. Onu kaybetmek korkusuna kapıldım. Dehşete
düşmüştüm. Bir daha göremeyeceğimi düşünüp oturduğum yerden hemen kalkıp hızlı
adımlarla onu takip etmeye başladım. Yaklaşık 300 400 metre sonra evine geldi.
Zili çalıp içeri girdi. Sokağı, caddeyi, evin numarasını kaydettim. Tekrar
tekrar görmem gerekiyordu onu. Adresi telefonuma yazdıktan sonra biraz daha
bekledim sokağın başında. Ne yapacağıma karar veremiyordum. Şimdi eve gidersem
bugün bir daha onu göremeyecektim. Burada durarak da elime bir şey
geçmeyecekti. En iyisi yarın yine bu saatte burada olmak dedim ve evime geri
döndüm. Kendime bir şarap aldım. Bütün gece gözüme hiç uyku girmedi ve bütün
şarabı bitirdim. Düşünceler, hayallere; hayaller, gerçeğe dönüşüyordu o gece.
Ara ara kokusunu duyuyordum. Gözlerimi kapadıkça üstünde salınan o elbisesini
ve sırtını döven örgülü, sarı saçını görüyordum. Ben hayal aleminde gezinirken telefonumun alarmı çaldı. Okula yetişmem
gerekiyordu. Üstümü giyinip hızlıca evden çıktım. O gün dersim beş buçukta
bitiyordu ama son iki derse kesinlikle girmeyecektim. Yoksa onu tekrar
göremezdim. Erkenden hastalık izni alıp ayrıldım. Sokağın başında sırtımı duvara
dayayıp bekledim. Saat aynı saatti birazdan görürüm umarım diye düşünüyordum.
Gelip giden yoktu. Umutsuzca geçen 2 saatin ardından bir erkek girdi binaya.
Sonuçta binada bir tek onlar yaşamıyorlar dedim. Evli değildir kesin diyordum
kendi kendime. Sevda'nın yüzük parmağını kontrol etmediğimi anımsadım. Evli de
olabilirdi. Hem pazar alışverişi yapmıştı ki bu onun bir ev hanımı olma
olasılığını oldukça arttırıyordu. Bina 5 katlıydı en kötü ihtimalle 10 daire
olmalıydı. Saçmaladığımı düşünüp bekledim. Onu görmek için beklediğim her saat
onu görmeye daha çok yaklaşıyormuşum gibi hissediyordum. Bu duygu ile sonsuza
kadar orada bekleyebilirim diye düşünüyordum ama gece 11 gibi buna bir son
vermem gerektiğini düşünüp eve geri döndüm. Yine uyuyamadım. Acaba o kocası
mıydı diye düşünmeden edemiyordum. Ama bunların hepsi nafileydi. Kocası olması
pek umurumda olmazdı açıkçası. Onun benim hayatımda kapladığı yer, parmağına
geçirdiği yüzükten daha anlamlıydı. Bu dünyada var olmadığına inandığım tüm
güzelliklerin kanıtı gibiydi. İnanmadığım her şeye inandıracak, yapmam
dediklerimi yaptıracak, tanrının varlığını kanıtlayacak kadar güzeldi. Hem bu
kadar yüce bir insanın kocası da en az onun kadar iyi biri olmalıydı ve bu
fikir beni daha da mutlu etti. Yine bir geceyi daha düşüncelerle geçirdim. O
gün dersim yoktu. Boş günümdü. Bütün gün o sokağında başında bekleyip Sevda'yı
tekrar görmeyi düşünüyordum. Sabah 10 gibi sokağın başındaydım. İki gündür
uykusuz olduğuma inanamıyordum, herhalde böylesine tutkuyla bağlandığımdan uykusuzluğumu
bile hissetmiyorum diye düşündüm. Saat 1'e kadar bekledim. Sonra tekrar gördüm
onu. Bu sefer altında taşlanmış bir kot pantolon, üstünde ise derin dekolteli
beyaz bir bluz vardı. Sokağın diğer ucuna doğru salınarak yürümeye başladı, ben
de arkasından gidip takip ettim. Bir taksiye binip gitti. Etrafta başka taksi
görsem holivudvari bir tavırla öndeki aracı takip et diyecektim ama ortada
değil taksi, bir özel araç bile yoktu. Neyse ki geri döneceği gerçeği içimi
rahatlattı. Elbet evine geri dönecekti ve tekrar görecektim onu. Akşama kadar
bekledim. Sonra gece oldu. Artık ümidi kesmiştim ki 00:30 gibi tekrar evine
geldi. Taksi kapısının önünde durdu, parayı verdikten sonra bir anlığına
sokağın ucuna, bana doğru kısa bir bakış attı. Ardından hemen apartmana girdi.
Birkaç saniye de olsa onu tekrar görmüş olmak beni mutlu etmeye yetmişti.
Attığı bakışı düşündüm bir süre. Acaba beni görmüş müydü? Bana mı bakmıştı
gerçekten, yoksa sadece sokakta başka kimse olup olmadığını mı kontrol
ediyordu. Tüm bu düşünceler içinde, ben de artık daha fazla beklemenin anlamsız
olacağını anımsayıp eve döndüm. Son üç gündür hep aynı şeyleri yapıyordum:
uykusuz düşüncelerle geçen geceler, ardından bütün gün bir sokağın başında
bekleyip sonunda günün en güzel hediyesiyle geçirdiğim bir kaç dakika. Ama
değerdi memur bey. İnanın her şeye değerdi. Öldürmeye, ölmeye bile. Sevda ile
tanışmak istemiyordum. Adını öğrenmek istemiyordum, konuşmak istemiyordum. Onun
kafamda yarattığım güzelliği o kadar saf ve o kadar mükemmeldi ki; onun, bütün
hepsini mahvetmesinden korkuyordum. Kafamda bir üst insan ideası yarattım ve
onunla günlük 1 dakikalık bir ilişki
yaşıyordum. Geceleri ise bitmeyen konuşmalar dönüyordu kafamda. En güzel
restoranlara götürüyor, onun zevklerini öğreniyordum, öğrendikçe şaşırıyordum.
Kendi hayal dünyamda mükemmeli bulmuştum
neden onunla tanışarak bunu mahvetmesine izin verecektim ki. O gece uyuyabildim. Düşüncelerin ve 2
gecelik uykusuzluğun ağırlığına dayanamayıp uyudum. Rüyamda yine onu gördüm,
bana doğru koşuyor, yumuşacık elleri suratımı okşuyordu, sonra bana uzunca
sarıldıktan sonra aniden yok olmuştu. Ne olduğunu anlamadım. Birden yok olmuştu ve içime o kadar büyük bir dehşet kapladı ki uykumdan etti. Gece yarısı nefes
nefese uyandım. İlk defa onu kaybetme duygusuna kapılmıştım ve bu beni derinden
sarstı. Hayır onu kaybedemem dedim kendime. Sırf kaybetmemek. Onu daha fazla
görüp, ileride de görebileceğimi garanti altına almak için onunla tanışacaktım.
Yarın gidip ona selam vereceğim. Böyle böyle onu asla kaybetmeyeceğim bir
ilişkim olursa, taşınsa dahi peşini bırakmam diyordum. Ah Sevda! Ne kadar güzel
olduğunu bilseydin kendini bir dağ evine kapatır sonsuza kadar herkesten uzak
yaşardın. Neyse sonra yatağa gittim. Daha rahat ve rüyasız bir uykudan sonra
tekrar okula yetişmek için acele ile evden çıktım. O gün sabahtan 4 dersim
vardı. Dersler biter bitmez sokağa koştum onu görüp konuşacaktım. Yaklaşık 1, 2
saat sokağın başında bekledikten sonra onu gördüm. Bana doğru geliyordu.
Heyecandan elim ayağıma dolandı ve ne diyeceğimi unuttum. Bütün gün kafamda
kurduğum tanışma cümleleri yok oldu. Yanıma kadar gelmişti ve birazdan geçip
gidecekti. Kaybedecektim. Şimdi giderse bir daha asla gelmeyecek diye düşündüm.
Saatini sorayım diye düşündüm ve kolundan tuttum. Kendime doğru döndürerek "saatiniz kaça" diye sordum. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Saatiniz kaça" mı? Allah kahretsin ne dedin sen diye içimden hayıflanırken
"200 lira," dedi. İkinci kez donakaldım. 200 ne diye sordum kendi
kendime. Ben suratına anlamsız bakışlar atarken "eee eve gelecek misin
gelmeyecek misin be adam 200 lira işte!" diye bağırdı suratıma. Yine
bir şey diyemedim. "Hayatıma anlam kattığını
düşündüğüm kişi bir fahişe miydi?" dedim kendi kendime. Hiçbir ifade olmaksızın yüzüne bakakalmıştım. Sonra o da
"Ne değişik herifsin lan sen" diyerek dönüp gitti. Anlam
veremiyordum. Hayalim mahvolabilirdi. Ama bu kadarı. Bunu beklemiyordum. Birden
bütün renkler siyah oldu, insanların içindeki bütün mutluluklar söndü. Hava
bütün ağırlığıyla içime dolarken ciğerlerim parçalanırcasına bağırıp, ağlamak
istiyordum. Bir birahaneye gittim. Kendime bir bira söyleyip o yüksek sesin
arasında var gücümle ağladım. Sonra tuvalete gidip avazım çıktığı kadar
bağırdım. İçimde tutamadığım büyük bir nefret vardı. O her şey idi. Önceki 35
senemi bana boş ve anlamsız gösterecek kadar mükemmeldi," Tarık biraz soluklanırken karşısında oturan
polis sözüne girdi " Bu yüzden mi öldürdüm kadını? Peki ya Mahmut
Büyüknur? Onu neden öldürdün?"
"hayır bu yüzden öldürmedim. Devam edeyim. Gece 2 ye kadar birahanede
ağladıktan sonra birahanenin kapanacağını söylediler, ben de eve geri döndüm.
Bütün gece içtim, bütün gece ağladım. Ertesi gün izin de almadan işe gitmedim.
Bütün gün bunu düşündüm. Bir orospu ne idi benim için. Neden bu kadar kendimi
perişan ediyordum. Hala güzeldi. Hala hayallerimdeki mükemmel kadındı. Toplum
bana herkesle yatan kadının kötü olduğunu dayattığı için ona kötü diyordum. Ama
kötülük daha içeride bir yerdeydi, vajinasında değil. Benim ona olan tutkum, toplumun
onun bekaretine ve vajinasına verdiği değerden daha büyüktü. Hem bu kötü bir
şey olsa bile bir insan kendine kötülük yapma lüksüne sahip olmalı diye
düşündüm. Yani bugün bir sürü insan çıkıp bizi yönetenler yanlış yapıyor
diyordu. Ama aslında o hükümeti seçen halktı. Halkın yarısı böyle bir hayat
sürmek istiyorsa, kim buna karşı çıkabilirdi. Ya ülkesini çağdışı hale
getirecek olsun ya da modern bir görünüme kavuşturacak olsun. Toplum kendi
kaderini belirleme lüksüne sahipti. Toplum kendi kendini intihara
sürükleyebiliyordu. O zaman bir insanın da buna hakkı var. Orospuluk,
kumarbazlık, pezevenklik ya da gay olmak. Bunların hepsi bizim düzgün! toplum
düzenimizi bozmaya meyilli şeyler olduğundan hepsine kötü demiştik. Tek bir
kötünün bütün halkı kötülüğe sürükleyeceğinden korktuk. Ama yanıldık memur bey.
Bir insan kendini kötü! yapma hakkına sahip olmalı. Bu yüzden o gözyaşı dolu
geceden sonra onun fahişeliğine aldırış etmemiştim. Ertesi gün yine o sokağa
gidecek, yine onu görecektim. Dünyanın en mükemmel fahişesini. Ertesi gün her
zamanki gibi bekledim sokağın başında. Aradan geçen saatlerden sonra binadan
dışarı o ve bir adam daha çıktı. Önce biraz tartıştılar. Sonra Sevda adama bir
şey dedi ve adam Sevda'ya tokat attı. Sonra o da adama karşılık verince kavga
başladı. Adam Sevda'yı dövüyordu.
Düşünemedim. Hiçbir şey düşünemedim. İçim nefret ve intikamla dolup
taşmıştı, adamın vurduğu her yumruğu kalbimde hissediyordum. Her yumruk
insanlığın sahip olduğu bütün güzelliklere vurulmuş gibiydi. Sağıma baktığımda
sokağın köşesindeki manav, bıçağını domateslerin önüne bırakmıştı. Onu kaptığım
gibi üstlerine koştum. Önce erkeği adını ne demiştiniz, adını bilmiyorum onu
öldürdüm. Düşünemiyordum ve bu güzelliği kirletmesine bir an önce son vermem
gerekiyordu. Sonra Sevda'ya baktım. Dehşetle bana bakıyordu. Artık kirlenmiş
yok olmuştu gözümde, erkeklerden dayak yiyen, bir saatlik zevk için para alan,
modern dünyanın kölesi olmuştu gözümde. Yaşamak için bir işe ihtiyacı vardı ve
elindeki en büyük yeteneği kullanmıştı. Bu onun suçuydu. Mükemmelliğinin pahası
yoktu ve değer biçemezdi. Dünya'nın ona bahşettiği bu hediyeyi kirletemezdi.
Cezasını çekmeliydi ve onu da öldürdüm. Daha fazla bozulmadan, daha fazla kötü
olmadan buna bir son vermem gerekiyordu. O cehenneme düşmüş bir melekti ve
kanatlarının yanmasına daha fazla müsade edemezdim. O bu dünyadaki bütün
güzelliklerin bütünüydü, onu da kaybetmek artık dünyada iyi olan hiçbir şey
kalmayacağı duygusuna sürüklüyordu beni. Mümkün olduğunca mükemmelliğini
korumam gerekiyordu ve karnına sapladığım 5 bıçak darbesi ile onu bu dünyadan
azad ettim. Etraftakiler polisi, ambülansı aramış tabi ki. Ben ise o anda
renkli renkli çiçeklerle bezenmiş, kanlı elbisesinin üstüne uzanmış; kanının
tenime karışmasını hissetmeye çalışıyordum. Vaftiz oluyordum. Günahlarımdan
arınıyordum. Onun o saf kanı kirli ruhumu temizliyordu. Hayatımın amacı bunu
yapmaktı ve hayat amacıma ulaşmış gibi hissettim. Benim için bir dakika ama
sizin kayıtlarınıza göre on beş dakika sonra gelip beni götürdünüz. Bütün
hikaye bu. Mükemmel bir kadın yarattım ve çöküşünü izledim. Zirvede
tutunabildiği 4 gün boyunca dünyanın en mutlu insanı etti beni. Mutluluğun da
hüznün de uç noktalarını yaşadım ve bitti. Ben yaşadım. Artık buna bir son
verme zamanı geldi. Bütün ifadem bu kadar memur bey."
Tarık'ın ifadesi bittikte sonra
bütün oda bir kaç dakikalığına sessizliğe gömüldü. Hepsi kendisini
sorguluyordu. Böyle bir amaç uğruna insan öldürmek mümkün müydü? Böyle biri
salıverilirse daha kaç kadını mükemmelleştirip sonra onları öldürecekti? Aşk
konusunda bu kadar saplantılı biri miydi, psikolojik sorunları mı vardı, yoksa
gerçekten de dünyaüstü bir anlamı mı vardı Sevda'nın? Tüm bu soruların
ortasında, polis memurlarından en yaşlısı Tarık'ın kolundan tutup "bu
kadar yeter," diyerek Tarık'ı ayağa kaldırdı. "şimdi bunları yazıya
dökelim ki altını imzalayabilesin,". Tarık arkasını dönüp avukattan
şarkının bulunduğu kayıt cihazını istedi. "size daha önce sorduğum gibi
hapishaneye bununla gitmek istiyorum. İstisnai bir durum biliyorum ama kendi
elimle teslim olup her şeyi anlattım. Son bir dileğim sadece. İçinde herhangi
bir şey yok. Zaten tutuklu aracından kaçabilecek kadar donanımlı olsam buna da
ihtiyacım olmazdı," "tamam. Olur. Bu seferlik farklı bir şey
deneyelim madem," dedi ve Tarık'ın avukattan ses kayıt cihazını almasını
kabul etti. Bu sırada avukat sol elinde tuttuğu kayıt cihazına uzun uzadıya
baktı. "Gerçekten bunu yayınevlerine vermeli miydi? Belki daha fazla
insanın aklını çelebilirdi. İkna ediciliği belki bir cinayetler silsilesini
tetikleyebilirdi. Zaten yayınlamaz" diye düşündü ama aslında polislerle
aynı duyguyu paylaşıyordu. Avukat "İçeride
geçirdikleri bir saat boyunca adam sanki cinayeti aklamış gibiydi. Böyle bir
adamın, böyle bir düşüncenin sokaklarda dolaşması, zihinlerden zihinlere
aktarılması bir yıkım olabilir" diye kendi içinden geçirdi. Sonra zaten
kimsenin neden yaptın demeyeceği aklına geldi ve polis merkezinden çıkarken
kayıt cihazını çöpe attı. Şimdi daha rahatlamış hissediyordu, toplumu büyük bir
trajediden kurtarmış bir kahraman olarak görüyordu kendisini. Polis merkezinde
ise ifade yazıya dökülmüştü ve Tarık
araçla hapishaneye gittiği yol boyunca Lacrimosa'yı dinledi. Ertesi gün akşam
içtimasında, Tarık'ı bütün bir çamaşır suyunu içmiş halde, yüzünde mutlu bir
gülümseme ile çamaşırhaneye kitli halde buldular. Yanında ise bir deterjan
paketinin üstüne şunları yazabilmişti. "böyle bir güzelliği görecek kadar
uzun yaşadığım için teşekkürler tanrım."