26 Ocak 2014 Pazar

GÜZELLİĞİN ÖLÜMÜ

               Geniş omuzları, kararlı adımları ve berrak zihni ile sorgu odasına doğru götürülüyordu polisler eşliğinde. Bir insanın katiliydi ve ona verilecek tüm cezayı kabul ediyordu. Tek sorun, her insan gibi yok olmadan önce hayatta bir iz bırakıp hatırlanmak istiyordu. Bu sebepten avukatına bir ses kayıt cihazı getirmesini tembihlemişti. Bu kaydı da daha sonra yayınevlerine vermesini rica etti. Şimdi ağır adımlarla, üstündeki gri renkli ceketi ve kumaş pantolonuyla ikinci sorgusu için, sorgu odasına giriyordu. Sol kolunu tutan polis memuru sorgu odasının hafif aralık kalmış; paslı, demirden kapısını yavaşça açtı. İçeriye doğru ittirdi. Sonra onlar dışarıya çıkarken sorguyu yapacaklar polisler içeri girdi ve içlerinden biri "evet Tarık bey. Nereden başlayacaksınız?" diye hiç ummadığı kadar nazik bir şekilde sordu. "Daha önce söylediğim gibi, her şeyi anlatmak istiyorum. Belki uzun olacak belki kısa ama en azından mahkemede suçlu olduğuma dair net kanıtlarınız olacak. Sizden ricam sadece zaman,"
"İyi bari ötmeye bu kadar hevesliysen," dedi polis memuru ve diğer polis arkadaşıyla dışarı çıktılar. İçeride kalan polis Tarık'ı koltuğa oturttu. "avukatını bekleyeceğini söylemişsin. Yoldaymış birazdan başlarız," "burası hiç düşündüğüm gibi değil. Tepemde sallanan ampul, tek taraflı ayna, sıvası dökülmüş duvarda, kan izleri... İnsan bunları bekliyor doğrusu." "zanlılara şiddet uygulamamız yasak olduğundan kan izleri yok. Aslında bu yasağı sıkça deldiğimizden kan izleri yok olsun diye sık aralıklarla sıva yapılır. O ampullerin de yerini bu tasarruflu olanları aldı uzun zamandır. Ayrıca ayna işi de hiç yoktu zaten. Allah aşkına orada bir ayna olsa arkasından birinin seni izleyeceğini bilmeyecek misin? Zaten sorgular kayıt altına alınıyor," dedi. Anlayışlı, akıcı bir konuşması olan bir polisti. Bir polisten beklenmeyecek kadar düzgün biri olduğunu düşündü Tarık.
                 Aralarında başka diyalog geçmediği 1 saatin ardından, avukat geldi. Polis daha fazla bir katilin yanında yalnız kalmak istemediğini belli eder bir tavırla hemen gidip kapıyı açtı ve diğer memur arkadaşlarını çağırmaya gitti. Avukatın beyaz gömleği, mavi kravatı, genç ve kararlı yüzü ile müvekkiline güven bir havası vardı.  "Ben baro tarafından atanmış avukatınız Yusuf Günaydın," diyip müvekkilinin de kendisini tanıştırmasını ister bir ifadeyle başını sağa doğru hafif büktü, "ben de dosyanızdan bildiğiniz üzere Tarık Yılmaz. Her şey dosyada yazılı zaten beni bir daha anlatmak zorunda bırakmayın,". Avukat "peki. Açık konuşalım şu anda kimse yok odada, siz mi öldürdünüz yoksa zorla kabul mu ettirdiler size? Savunmayı ona göre hazırlayacağım,"  dedikten sonra, Tarık donuk ve duygusuz bir sesle "evet, ben yaptım" dedi. Avukat bir kaç saniye Tarık'ın gözlerine sabit bir şekilde baktıktan sonra "o zaman indirime gidilecek yerleri araştırsak daha iyi olu..." Tarık, avukatın lafını böldü "hayır. İstemiyorum. Ortada indirime gidilecek bir şey yok. Planlı bir şekilde öldürdüm. İstedim ve yaptım. Ne nefsi müdafaa ne de kışkırtma vardı. Sadece... Ben..." lafını tamamlayamadı. İçinde hafif bir burukluk vardı. Birilerini öldürmüş olmak ona acı vermiyordu. Aksine rahatlamış hissetmesine rağmen, şimdi garip bir duygu sardı içini, "belki de hapishane korkusuydu sadece" diye düşündü içinden. Avukat fazla beklemeden "benim burada bir işim yok o zaman," diye soru sorarcasına baktı Tarık'ın gözlerine. "Hayır siz burada benim yaşama sebebimi temsil ediyorsunuz. Allah aşkına! Benim gibi onurlu bir şekilde yaşamış ve iyi giden bir kariyeri olan biri hapishanede nasıl yaşamına devam etsin? İlk hafta tecavüze uğradıktan sonra ya intihar edeceğim, ya hapishane ağasının orospusu olacağım ya da tüm bunları geçip, daha hapishanedeki ilk dakikalarımda intihar edeceğim. Şimdiden söylüyorum. Bu alçak, insanların canlarını soğuk kanlılıkla alan adam, kendini infaz edecek. Tek isteğim adımın hapishane kayıtlarından başka yerlerde de geçmesi. Bundan 5 yıl sonra bana ait bütün kayıtlar silinecek. 10 sene sonra bütün tanıdıklarım unutacak. 50 sene sonra benden hiç iz kalmayacak. Sizi tanıyan son kişi de öldüğünde aslında hiç yaşamamış olursunuz. Bundan korkuyorum. Bu korkumdan dolayı mükemmel bir buluş yapabilmek, bununla hatırlanabilmek için çok çalışıyordum. Artık bu çalışmalara devam etmem mümkün gözükmüyor. Belki şimdi birileri hikayemin kitabını yazar da sonsuza dek yaşayabilirim. Tek önemsediğim şey bu. Bir de istediğim şarkıyı getirdiniz değil mi?" "evet Mozart, Lacrimosa idi değil mi? O da diğer ses kayıt cihazının hafızasında," diyip sol eliyle ceketinin cebinde diğeriyle hemen hemen aynı olan ses kayıt cihazını çıkardı. Üstüne bir çizik atmıştı karışmasınlar diye. "isterseniz polisleri de  çağırın, ifademe başlayayım," dedi istekli bir tavırla. Avukat koltuğundan doğruldu, kapıyı açıp dışarıda bekleyen polislere içeri girebileceklerini söyledi. Polisler homurdanarak içeri doluştular. Zanlının böyle egemen olması hoşlarına gitmiyordu belli ki ama Tarık zaten bunları düşünmüştü. Eğer istedikleri şeyi vereceğini vaat ederse dinleme cihazlarını içeri sokabileceğini ve hikayesini tamamıyla kayıt ettirebileceğini biliyordu.
                Polisler içeri girdi. İki tanesi tam karşısına oturdu, biri ise solunda ayakta duruyordu. Avukat ise bir sandalye daha isteyip Tarık'ın yanına oturdu. Ses kayıt cihazını açtı ve masanın ortasında dik bir şekilde koydu. "evet başlıyorum o zaman. Ben Tarık Yılmaz. İstanbul Üniversitesi Kimya bölümünde öğretim görevlisiyim. Bu ifadeyi hiç bir baskı altında kalmadan, kendi öz irademle veriyorum," diyip sustu. Biraz polisleri süzdü. Solunda, ayakta duran polis "aslında gerek yoktu ama daha iyi oldu. Devam edebilirsiniz," dedi. " olay gecesinin öncesinden başlamak istiyorum. Neden yaptığımdan, ne yaptığımdan. 13 ocak 2014 pazartesi günü gördüm onu. Adını öğrenmek istemiyordum ama sağ olsun hakim bey mahkeme esnasında bayağı sesli bir şekilde tekrar etti. Sevda. Sevda'yı ilk o gün gördüm. Bankta oturuyordum. Pek bir işim yoktu o gün. Üniversiteden erken çıkmıştım, evli değilim, sevgilim de yok biraz dolanayım diye düşünürken onu gördüm. Elinde pazar poşetleri vardı. Üstünde gece mavisi bir elbise ile güzelliğini gözümün içine sokuyordu. Yanımdan geçerken kokusunu, yasemin kokusunu duyuyordum derinden. Yaşını, adını, nerede oturduğunu bilmiyordum. Sadece tutulmuştum. Aşk değil. O saçma, herkesin diline sakız olan şey değildi bu. Varoluşsal bir sorgulayış içerisine düştüm. Kendim gibi hissetmiyordum. Böylesine uhrevi bir güzellik sadece tanrının özel bir dokunuşuyla var olabilir diyordum. Benim için dünyadaki saflığı ve güzelliği temsil ediyordu. Dünya üzerinde güzel dediğimiz her şey ondan bir parça almış olmalıydı. Her şeyin içinde biraz ondan olmalıydı. Ben hayret ve sevgi dolu bir şekilde onu izlerken o yavaşça gözden kaybolmaya başladı. Onu kaybetmek korkusuna kapıldım. Dehşete düşmüştüm. Bir daha göremeyeceğimi düşünüp oturduğum yerden hemen kalkıp hızlı adımlarla onu takip etmeye başladım. Yaklaşık 300 400 metre sonra evine geldi. Zili çalıp içeri girdi. Sokağı, caddeyi, evin numarasını kaydettim. Tekrar tekrar görmem gerekiyordu onu. Adresi telefonuma yazdıktan sonra biraz daha bekledim sokağın başında. Ne yapacağıma karar veremiyordum. Şimdi eve gidersem bugün bir daha onu göremeyecektim. Burada durarak da elime bir şey geçmeyecekti. En iyisi yarın yine bu saatte burada olmak dedim ve evime geri döndüm. Kendime bir şarap aldım. Bütün gece gözüme hiç uyku girmedi ve bütün şarabı bitirdim. Düşünceler, hayallere; hayaller, gerçeğe dönüşüyordu o gece. Ara ara kokusunu duyuyordum. Gözlerimi kapadıkça üstünde salınan o elbisesini ve sırtını döven örgülü, sarı saçını görüyordum. Ben hayal aleminde gezinirken  telefonumun alarmı çaldı. Okula yetişmem gerekiyordu. Üstümü giyinip hızlıca evden çıktım. O gün dersim beş buçukta bitiyordu ama son iki derse kesinlikle girmeyecektim. Yoksa onu tekrar göremezdim. Erkenden hastalık izni alıp ayrıldım. Sokağın başında sırtımı duvara dayayıp bekledim. Saat aynı saatti birazdan görürüm umarım diye düşünüyordum. Gelip giden yoktu. Umutsuzca geçen 2 saatin ardından bir erkek girdi binaya. Sonuçta binada bir tek onlar yaşamıyorlar dedim. Evli değildir kesin diyordum kendi kendime. Sevda'nın yüzük parmağını kontrol etmediğimi anımsadım. Evli de olabilirdi. Hem pazar alışverişi yapmıştı ki bu onun bir ev hanımı olma olasılığını oldukça arttırıyordu. Bina 5 katlıydı en kötü ihtimalle 10 daire olmalıydı. Saçmaladığımı düşünüp bekledim. Onu görmek için beklediğim her saat onu görmeye daha çok yaklaşıyormuşum gibi hissediyordum. Bu duygu ile sonsuza kadar orada bekleyebilirim diye düşünüyordum ama gece 11 gibi buna bir son vermem gerektiğini düşünüp eve geri döndüm. Yine uyuyamadım. Acaba o kocası mıydı diye düşünmeden edemiyordum. Ama bunların hepsi nafileydi. Kocası olması pek umurumda olmazdı açıkçası. Onun benim hayatımda kapladığı yer, parmağına geçirdiği yüzükten daha anlamlıydı. Bu dünyada var olmadığına inandığım tüm güzelliklerin kanıtı gibiydi. İnanmadığım her şeye inandıracak, yapmam dediklerimi yaptıracak, tanrının varlığını kanıtlayacak kadar güzeldi. Hem bu kadar yüce bir insanın kocası da en az onun kadar iyi biri olmalıydı ve bu fikir beni daha da mutlu etti. Yine bir geceyi daha düşüncelerle geçirdim. O gün dersim yoktu. Boş günümdü. Bütün gün o sokağında başında bekleyip Sevda'yı tekrar görmeyi düşünüyordum. Sabah 10 gibi sokağın başındaydım. İki gündür uykusuz olduğuma inanamıyordum, herhalde böylesine tutkuyla bağlandığımdan uykusuzluğumu bile hissetmiyorum diye düşündüm. Saat 1'e kadar bekledim. Sonra tekrar gördüm onu. Bu sefer altında taşlanmış bir kot pantolon, üstünde ise derin dekolteli beyaz bir bluz vardı. Sokağın diğer ucuna doğru salınarak yürümeye başladı, ben de arkasından gidip takip ettim. Bir taksiye binip gitti. Etrafta başka taksi görsem holivudvari bir tavırla öndeki aracı takip et diyecektim ama ortada değil taksi, bir özel araç bile yoktu. Neyse ki geri döneceği gerçeği içimi rahatlattı. Elbet evine geri dönecekti ve tekrar görecektim onu. Akşama kadar bekledim. Sonra gece oldu. Artık ümidi kesmiştim ki 00:30 gibi tekrar evine geldi. Taksi kapısının önünde durdu, parayı verdikten sonra bir anlığına sokağın ucuna, bana doğru kısa bir bakış attı. Ardından hemen apartmana girdi. Birkaç saniye de olsa onu tekrar görmüş olmak beni mutlu etmeye yetmişti. Attığı bakışı düşündüm bir süre. Acaba beni görmüş müydü? Bana mı bakmıştı gerçekten, yoksa sadece sokakta başka kimse olup olmadığını mı kontrol ediyordu. Tüm bu düşünceler içinde, ben de artık daha fazla beklemenin anlamsız olacağını anımsayıp eve döndüm. Son üç gündür hep aynı şeyleri yapıyordum: uykusuz düşüncelerle geçen geceler, ardından bütün gün bir sokağın başında bekleyip sonunda günün en güzel hediyesiyle geçirdiğim bir kaç dakika. Ama değerdi memur bey. İnanın her şeye değerdi. Öldürmeye, ölmeye bile. Sevda ile tanışmak istemiyordum. Adını öğrenmek istemiyordum, konuşmak istemiyordum. Onun kafamda yarattığım güzelliği o kadar saf ve o kadar mükemmeldi ki; onun, bütün hepsini mahvetmesinden korkuyordum. Kafamda bir üst insan ideası yarattım ve onunla günlük  1 dakikalık bir ilişki yaşıyordum. Geceleri ise bitmeyen konuşmalar dönüyordu kafamda. En güzel restoranlara götürüyor, onun zevklerini öğreniyordum, öğrendikçe şaşırıyordum. Kendi hayal dünyamda  mükemmeli bulmuştum neden onunla tanışarak bunu mahvetmesine izin verecektim ki. O gece uyuyabildim. Düşüncelerin ve 2 gecelik uykusuzluğun ağırlığına dayanamayıp uyudum. Rüyamda yine onu gördüm, bana doğru koşuyor, yumuşacık elleri suratımı okşuyordu, sonra bana uzunca sarıldıktan sonra aniden yok olmuştu. Ne olduğunu anlamadım. Birden yok olmuştu ve içime o kadar büyük bir dehşet kapladı ki uykumdan etti. Gece yarısı nefes nefese uyandım. İlk defa onu kaybetme duygusuna kapılmıştım ve bu beni derinden sarstı. Hayır onu kaybedemem dedim kendime. Sırf kaybetmemek. Onu daha fazla görüp, ileride de görebileceğimi garanti altına almak için onunla tanışacaktım. Yarın gidip ona selam vereceğim. Böyle böyle onu asla kaybetmeyeceğim bir ilişkim olursa, taşınsa dahi peşini bırakmam diyordum. Ah Sevda! Ne kadar güzel olduğunu bilseydin kendini bir dağ evine kapatır sonsuza kadar herkesten uzak yaşardın. Neyse sonra yatağa gittim. Daha rahat ve rüyasız bir uykudan sonra tekrar okula yetişmek için acele ile evden çıktım. O gün sabahtan 4 dersim vardı. Dersler biter bitmez sokağa koştum onu görüp konuşacaktım. Yaklaşık 1, 2 saat sokağın başında bekledikten sonra onu gördüm. Bana doğru geliyordu. Heyecandan elim ayağıma dolandı ve ne diyeceğimi unuttum. Bütün gün kafamda kurduğum tanışma cümleleri yok oldu. Yanıma kadar gelmişti ve birazdan geçip gidecekti. Kaybedecektim. Şimdi giderse bir daha asla gelmeyecek diye düşündüm. Saatini sorayım diye düşündüm ve kolundan tuttum. Kendime doğru döndürerek "saatiniz kaça" diye sordum. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. "Saatiniz kaça" mı? Allah kahretsin ne dedin sen diye içimden hayıflanırken "200 lira," dedi. İkinci kez donakaldım. 200 ne diye sordum kendi kendime. Ben suratına anlamsız bakışlar atarken "eee eve gelecek misin gelmeyecek misin be adam 200 lira işte!" diye bağırdı suratıma. Yine bir şey diyemedim. "Hayatıma anlam kattığını düşündüğüm kişi bir fahişe miydi?" dedim kendi kendime. Hiçbir ifade olmaksızın yüzüne bakakalmıştım. Sonra o da "Ne değişik herifsin lan sen" diyerek dönüp gitti. Anlam veremiyordum. Hayalim mahvolabilirdi. Ama bu kadarı. Bunu beklemiyordum. Birden bütün renkler siyah oldu, insanların içindeki bütün mutluluklar söndü. Hava bütün ağırlığıyla içime dolarken ciğerlerim parçalanırcasına bağırıp, ağlamak istiyordum. Bir birahaneye gittim. Kendime bir bira söyleyip o yüksek sesin arasında var gücümle ağladım. Sonra tuvalete gidip avazım çıktığı kadar bağırdım. İçimde tutamadığım büyük bir nefret vardı. O her şey idi. Önceki 35 senemi bana boş ve anlamsız gösterecek kadar mükemmeldi,"  Tarık biraz soluklanırken karşısında oturan polis sözüne girdi " Bu yüzden mi öldürdüm kadını? Peki ya Mahmut Büyüknur? Onu  neden öldürdün?" "hayır bu yüzden öldürmedim. Devam edeyim. Gece 2 ye kadar birahanede ağladıktan sonra birahanenin kapanacağını söylediler, ben de eve geri döndüm. Bütün gece içtim, bütün gece ağladım. Ertesi gün izin de almadan işe gitmedim. Bütün gün bunu düşündüm. Bir orospu ne idi benim için. Neden bu kadar kendimi perişan ediyordum. Hala güzeldi. Hala hayallerimdeki mükemmel kadındı. Toplum bana herkesle yatan kadının kötü olduğunu dayattığı için ona kötü diyordum. Ama kötülük daha içeride bir yerdeydi, vajinasında değil. Benim ona olan tutkum, toplumun onun bekaretine ve vajinasına verdiği değerden daha büyüktü. Hem bu kötü bir şey olsa bile bir insan kendine kötülük yapma lüksüne sahip olmalı diye düşündüm. Yani bugün bir sürü insan çıkıp bizi yönetenler yanlış yapıyor diyordu. Ama aslında o hükümeti seçen halktı. Halkın yarısı böyle bir hayat sürmek istiyorsa, kim buna karşı çıkabilirdi. Ya ülkesini çağdışı hale getirecek olsun ya da modern bir görünüme kavuşturacak olsun. Toplum kendi kaderini belirleme lüksüne sahipti. Toplum kendi kendini intihara sürükleyebiliyordu. O zaman bir insanın da buna hakkı var. Orospuluk, kumarbazlık, pezevenklik ya da gay olmak. Bunların hepsi bizim düzgün! toplum düzenimizi bozmaya meyilli şeyler olduğundan hepsine kötü demiştik. Tek bir kötünün bütün halkı kötülüğe sürükleyeceğinden korktuk. Ama yanıldık memur bey. Bir insan kendini kötü! yapma hakkına sahip olmalı. Bu yüzden o gözyaşı dolu geceden sonra onun fahişeliğine aldırış etmemiştim. Ertesi gün yine o sokağa gidecek, yine onu görecektim. Dünyanın en mükemmel fahişesini. Ertesi gün her zamanki gibi bekledim sokağın başında. Aradan geçen saatlerden sonra binadan dışarı o ve bir adam daha çıktı. Önce biraz tartıştılar. Sonra Sevda adama bir şey dedi ve adam Sevda'ya tokat attı. Sonra o da adama karşılık verince kavga başladı. Adam Sevda'yı dövüyordu.  Düşünemedim. Hiçbir şey düşünemedim. İçim nefret ve intikamla dolup taşmıştı, adamın vurduğu her yumruğu kalbimde hissediyordum. Her yumruk insanlığın sahip olduğu bütün güzelliklere vurulmuş gibiydi. Sağıma baktığımda sokağın köşesindeki manav, bıçağını domateslerin önüne bırakmıştı. Onu kaptığım gibi üstlerine koştum. Önce erkeği adını ne demiştiniz, adını bilmiyorum onu öldürdüm. Düşünemiyordum ve bu güzelliği kirletmesine bir an önce son vermem gerekiyordu. Sonra Sevda'ya baktım. Dehşetle bana bakıyordu. Artık kirlenmiş yok olmuştu gözümde, erkeklerden dayak yiyen, bir saatlik zevk için para alan, modern dünyanın kölesi olmuştu gözümde. Yaşamak için bir işe ihtiyacı vardı ve elindeki en büyük yeteneği kullanmıştı. Bu onun suçuydu. Mükemmelliğinin pahası yoktu ve değer biçemezdi. Dünya'nın ona bahşettiği bu hediyeyi kirletemezdi. Cezasını çekmeliydi ve onu da öldürdüm. Daha fazla bozulmadan, daha fazla kötü olmadan buna bir son vermem gerekiyordu. O cehenneme düşmüş bir melekti ve kanatlarının yanmasına daha fazla müsade edemezdim. O bu dünyadaki bütün güzelliklerin bütünüydü, onu da kaybetmek artık dünyada iyi olan hiçbir şey kalmayacağı duygusuna sürüklüyordu beni. Mümkün olduğunca mükemmelliğini korumam gerekiyordu ve karnına sapladığım 5 bıçak darbesi ile onu bu dünyadan azad ettim. Etraftakiler polisi, ambülansı aramış tabi ki. Ben ise o anda renkli renkli çiçeklerle bezenmiş, kanlı elbisesinin üstüne uzanmış; kanının tenime karışmasını hissetmeye çalışıyordum. Vaftiz oluyordum. Günahlarımdan arınıyordum. Onun o saf kanı kirli ruhumu temizliyordu. Hayatımın amacı bunu yapmaktı ve hayat amacıma ulaşmış gibi hissettim. Benim için bir dakika ama sizin kayıtlarınıza göre on beş dakika sonra gelip beni götürdünüz. Bütün hikaye bu. Mükemmel bir kadın yarattım ve çöküşünü izledim. Zirvede tutunabildiği 4 gün boyunca dünyanın en mutlu insanı etti beni. Mutluluğun da hüznün de uç noktalarını yaşadım ve bitti. Ben yaşadım. Artık buna bir son verme zamanı geldi. Bütün ifadem bu kadar memur bey."
                Tarık'ın ifadesi bittikte sonra bütün oda bir kaç dakikalığına sessizliğe gömüldü. Hepsi kendisini sorguluyordu. Böyle bir amaç uğruna insan öldürmek mümkün müydü? Böyle biri salıverilirse daha kaç kadını mükemmelleştirip sonra onları öldürecekti? Aşk konusunda bu kadar saplantılı biri miydi, psikolojik sorunları mı vardı, yoksa gerçekten de dünyaüstü bir anlamı mı vardı Sevda'nın? Tüm bu soruların ortasında, polis memurlarından en yaşlısı Tarık'ın kolundan tutup "bu kadar yeter," diyerek Tarık'ı ayağa kaldırdı. "şimdi bunları yazıya dökelim ki altını imzalayabilesin,". Tarık arkasını dönüp avukattan şarkının bulunduğu kayıt cihazını istedi. "size daha önce sorduğum gibi hapishaneye bununla gitmek istiyorum. İstisnai bir durum biliyorum ama kendi elimle teslim olup her şeyi anlattım. Son bir dileğim sadece. İçinde herhangi bir şey yok. Zaten tutuklu aracından kaçabilecek kadar donanımlı olsam buna da ihtiyacım olmazdı," "tamam. Olur. Bu seferlik farklı bir şey deneyelim madem," dedi ve Tarık'ın avukattan ses kayıt cihazını almasını kabul etti. Bu sırada avukat sol elinde tuttuğu kayıt cihazına uzun uzadıya baktı. "Gerçekten bunu yayınevlerine vermeli miydi? Belki daha fazla insanın aklını çelebilirdi. İkna ediciliği belki bir cinayetler silsilesini tetikleyebilirdi. Zaten yayınlamaz" diye düşündü ama aslında polislerle aynı duyguyu paylaşıyordu. Avukat  "İçeride geçirdikleri bir saat boyunca adam sanki cinayeti aklamış gibiydi. Böyle bir adamın, böyle bir düşüncenin sokaklarda dolaşması, zihinlerden zihinlere aktarılması bir yıkım olabilir" diye kendi içinden geçirdi. Sonra zaten kimsenin neden yaptın demeyeceği aklına geldi ve polis merkezinden çıkarken kayıt cihazını çöpe attı. Şimdi daha rahatlamış hissediyordu, toplumu büyük bir trajediden kurtarmış bir kahraman olarak görüyordu kendisini. Polis merkezinde ise  ifade yazıya dökülmüştü ve Tarık araçla hapishaneye gittiği yol boyunca Lacrimosa'yı dinledi. Ertesi gün akşam içtimasında, Tarık'ı bütün bir çamaşır suyunu içmiş halde, yüzünde mutlu bir gülümseme ile çamaşırhaneye kitli halde buldular. Yanında ise bir deterjan paketinin üstüne şunları yazabilmişti. "böyle bir güzelliği görecek kadar uzun yaşadığım için teşekkürler tanrım."